29 Temmuz 2019 Pazartesi

DÜŞENE GÜLÜNÜR YA DA GÜLEREK DÜŞÜRÜLÜR


RAHMİ ÖĞDÜL
26.07.2019

Yerçekiminin keşfiyle ilgili anlatılan hikâyede, Newton kafasına düşen elmaya gülmemiş olabilir. Ama bu durumu dışarıdan izleyen biri mutlaka gülmüştür. Düşene gülünür çünkü, hele ki düşen, havalara girmiş ve ayakları yerden kesilmiş biriyse. Yerçekimini ne Newton keşfetti ne de herhangi biri. Kütle çekim kuvveti evrenin ortaya çıkışından beri var ve yeryüzünde yaşayan her canlı bunun farkında. Herkes, yükselen bir cismin mutlaka yerin çekimine yenik düşeceğini bilir. Yeryüzünün bağrından çıktık ve yeryüzünden her kopma denemesi aşkın bir hakikatle sonuçlandığında, aşkın ve yüce olanın, kendini hakikat olarak dayatanın düşüşü güldürür en çok bizi. Değersizleştirdiği yeryüzüyle buluşmuştur çünkü. Hiyerarşik olanın yataylaşması, yerin hakikatiyle buluşması çok komiktir. Karnımızı tuta tuta, katıla katıla gülebiliriz. Tıpkı Ortaçağ karnavallarında olduğu gibi. Karnavalın gülmesi yerin, yeryüzüne ait bedenin neşesidir, bedenin kudreti. Ve yeri geldiğinde tek başına gülmenin, iktidarın yerleştiği kaideyi yıkabilme kudreti vardır, o yüzden pek sevmezler gülmeyi, gülenleri, güldürenleri.

Kendini göklere yerleştirenler dokunulmazlıklarını ilan etmiş ve aramıza mesafe girmiştir. Buna ister kutsal deyin, ister hukuki; temas yasaklanmıştır. Bu andan itibaren giderek kendilerini mitleştirir ve epik bir söylem içinde kahramanlara dönüşürler. Ve tarih, yani zaman onların kahramansı edimleriyle başlamıştır. Ve durmadan geri gelen bu epik başlangıç kendi üzerine kıvrıldıkça, şimdi ve gelecek hiç gelmeyecektir. Yeryüzünde saklı gizil kuvvetlerin kıvrımlarını açarak şimdi ve burada edimselleşmesi, şimdi ve burada geleceği içeriden birlikte biçimlendirmemiz yasaklanmıştır. Epik zaman, dondurulmuş bir bellekten ve bu belleğin durmadan geri gelmesinden oluşur; deneyim, değişim, oluş dışarıda bırakılmıştır. İktidar bu belleği durmadan yinelerken kendini kalıcılaştırır ve kutsal günlerle kendi takvimini, anıtlar ve tapınaklarla kendi mekânını yaratır. Zaman dışı bu mekândaki anıtlar, doğmadan öldürülmüş çocukların mezar taşlarıdır.
Ama doğa hiç sevmez mezar taşlarını; doğada ölüm son değil, yeni yaşam biçimleri için bir başlangıçtır. Doğayı epik ölü formların içine kapattığınızda, sadece ölümü kutsamış olursunuz ve yaşam olsa olsa ölmek için bir fırsattır. İnsan mesela, çamurdan yaratılmıştır. Çamurdan yaratılmış olması, bir oyun hamuru gibi onu istediğiniz biçime sokacağınız anlamına gelmez. Ama iktidar için insan bir oyun hamurudur, şimdiden ve deneyimden arındırılmış epik bir form içine kapatılarak, kendi kendini biçimlendirme kudretinden yoksun bırakıldığında öldürülmüştür. Ama çamur, yani yeryüzü, yani doğa kudretlidir. Kalıba sığmaz, kabuğunu çatlatacak ve kendisini içeriden kendi kudretince biçimlendirip kendi mekânını yaratacaktır. Ve iktidarın kudretli bir çamura durmadan form dayatması ve çamurun bu formu durmadan parçalaması çok komiktir. Dışarıdan baktığınızda bu absürd duruma katıla katıla gülebilirsiniz.
Maddede içkin bir aklın olduğunu ve kendi kendine hareket edip kendini biçimlendirebildiğini sezgileriyle biliyordu insanlar. Herakleitos’un sürekli değişime, maddenin oluş haline vurgu yaptığı düşüncesine, Parmenides değişmeyen, kalıcı, aşkın bir varlık düşüncesiyle karşı çıkmıştı. Ama daha sonra gelen filozoflar, bu aşkın varlığı parçalayıp çoğaltmış, atomlara dönüştürerek yeryüzüne dahil etmişlerdi. Parmenides’in güneş kızlarının çektiği arabayla ulaşabildiği varlığın, gökten yere düşürülmesi, karşılaşmalar ve çarpışmalarla oluşa katılması komiktir.
Düşene gülünür, çünkü havalara girip aşkınlaşan varlık yeryüzüne düştüğünde oluşun çamuruna bulanır. Bakhtin, gülmenin şifa ve hayat veren evrensel bir felsefe ilke ve karnavalesk gülmenin bedensel yaşam kudretinin olumlanması olduğunu söylediğinde, ancak gülen, neşeli, kudretli bedenlerin düşünebileceğini vurguluyordu (Karnavaldan Romana, Ayrıntı Yayınları). Sokratik diyaloglar karnavalesk bir ortamda doğmuştu. Diyalojik düşünme, hakikat olduğunu iddia edenleri, tepeden form dayatanları gülerek yeryüzüne düşürme, birlikte düşünerek arayışımızı yeryüzünde sürdürme eylemidir.

FELAKET VE UYGUNSUZ BİRLEŞMELER

Hannah Hoch
RAHMİ ÖĞDÜL
19.07.2019
Geçen hafta, felaketimsi bir ortamda dolaysız olana dokunmaktan, bedenlerin kıvrımlarını birlikte açıp geleceği birlikte kurmaktan söz ederek bitirmiştim yazımı. İzleyici konumunda olanlar, medyanın olay dalgalarıyla, peşpeşe gelen felaketlerle sürüklenir halde buldular kendilerini. Felaketler, doğal ya da toplumsal, duvarların, hiyerarşik kulelerin yıkıldığı, otoyolların tıkandığı ve birbirimize doğrudan dokunabilme fırsatı yakaladığımız eşsiz anlar. Ama otoyol tıkandığında hâlâ direksiyonunuzun başında oturmaya devam ediyorsanız, dolaysız temas fırsatını kaçırıyorsunuz demektir. Ve ne yazık ki koltuklarında oturanlar ve ısrarla yetkililerden otoyolu açmalarını bekleyenler var. Beklerken de tek yaptığımız, kornaya basmak; tüm öfkemizi kornadan çıkarıyoruz. Korna çalmak yerine taşıtlarınızın dışına çıkmayı ve hemen yanı başınızdaki, sizin gibi kendilerini çelik kutuların içine kapatmış olanlarla dışarıda buluşmayı neden denemiyorsunuz? Doğrudan, yüz yüze konuşmak varken, ısrarla kornaya basmakla yetinenlerle dolu dünya. Korna cehenneminde yaşıyoruz. Dil yerini, kornaya bırakmış, makine bedeni ele geçirmiştir. Boşuna uğraşmayın, kornayla cümleler kuramazsınız. Sizin yerinize konuşan makinedir.
Zaten peşpeşe yaşadığımız felaketlerin nedeni, bizim adımıza hep başkalarının konuşması ve karar vermesi değil mi? Neden kendi adımıza konuşmayı denemiyor ve durmadan araya aracıları, temsilcileri, kornaları sokuyoruz ki? Felaket aracıların, temsilcilerin, duvarların ortadan kalktığı ve birbirimizle doğrudan konuşabilme fırsatı yakaladığımız andır. Julio Cortazar’ın ‘Güney Otoyolu’ öyküsündeki gibi, otoyol tıkanır ve ilişkisel bir ortama dönüşebilir; dolaysız olanı, birbirimizi yakalayacağımız ve geleceği içeriden birlikte biçimlendireceğimiz eşsiz bir fırsat. Otoyol, tıkanmadan, hep ileriye doğru akması amaçlanmış bir hız mekânıdır. Taşıtlar: Kendilerine ayrılan şeritlerde birbirlerine dokunmadan paralel olarak hareket eden varlıklar. Ekranlar da, hız sınırlaması olmayan otoyollardan farksız. Yan yana oturanlar, birbirlerinin farkına bile varmadan kendilerine ayrılmış ekranlarda parmaklarıyla hız yapıyorlar. Düzlem geometrisinden biliyoruz, paralel çizgiler asla birbirleriyle kesişmez. Paralel çizgilerin kesişmesi felakettir. Hayatın normal akışında karşılaşma fırsatı bulamayanlar felakette ilk kez birbirleriyle kesişir ve birbirlerine dokunurlar. Otoyol tıkanmış ve mahalleye dönüşmüştür.
Paralel çizgiler kesiştiğinde ayaklar yere basar. Yeryüzü; yolları kesişen ve kesiştikçe yeni ilişki biçimleri icat edenlerin oluş mekânı. Yerden kopmuş, başımız göğe ermişti ve hayatımızı göksel plana göre düzenlemiştik. Düzen ve kozmoz fikri göklerden gelmiştir çünkü; yeryüzünden gıptayla seyrettiğimiz, her şeyin değişmeden sürüp gittiği, hep aynı olanın durmadan geri geldiği o göksel plan. Yeryüzünün dinamik ortamından, oluş mekânından kaçalım, kendimize güvenlikli ortamlar ve sabit kimlikler yaratalım derken, çemberlerin içine kapatıldık. Ve çemberlerin içinde erklerini ve yetkilerini göklerden aldıklarını iddia eden tanrı-krallar peydah oldu ve kendi iktidarlarının sürüp gitmesi, hiçbir şeyin değişmemesi için gökyüzü gibi hep aynı olanın geri döndüğü düzenler yarattılar. Ama felaket, çemberin, kısırdöngünün kırılmasıdır, yeryüzünün, oluşun içeri girmesi. Düzlem kırılmış ve yolların birbiriyle kesiştiği eğri mekâna evrilmiştir.
Mikhail Bakhtin’e göre yol, farklı toplumsal kesimlerin, farklı dillerin karşılaştığı, toplumsal ve tarihsel heterojenliğin açığa çıktığı, karnavalımsı bir mekândır (Karnavaldan Romana, Ayrıntı). Normal hayatın homojenleştici, ayrıştırıcı, hiyerarşik mekânlarında yan yana gelmeleri engellenmiş olanların bir araya gelebildiği şenlikli ortam. Karnaval, bu yüzden “uygunsuz birleşmeler”in zamanıdır. İktidarın aşkın planında ayrı düşürülmüş parçalar, karnavalın özgür ve teklifsiz ortamında karşılaşır ve birleşirler. Ortaya çıkan, kudretli bir toplumsal bedendir. Gerisini iktidar düşünsün.

18 Temmuz 2019 Perşembe

FELAKET DALGASINDA BİRBİRİMİZE DOKUNMAK

William Turner, "Kar Fırtınası", 1842
,
RAHMİ ÖĞDÜL12.07.2019

Öyle anlar vardır ki koltuğunuzu terk etmek zorunda kalırsınız, izler kitle birden yüzer kitleye dönüşür, sel olup akar. Devrim ya da karnaval anları böyle anlardır. Olayı seyredebileceğiniz bir dışarısı yoktur, herkes olaya katılır. Bugün yine böyle bir durumda bulduk kendimizi. Ama ne devrim var ne de karnaval. Görünüşe bakılırsa kısa süreli bir şey de değil yaşadığımız. Üstelik koltuklarımızda oturuyor, ama olup bitenleri seyredip yorumlamanın keyfine varamıyoruz ya da dehşetli bir olay karşısında kırılgan ama güvenli bir yerde olmanın duygusunu yani yüceliği bile duyumsayamıyoruz; keyifli dehşet yerini salt dehşete bırakmıştır. Dehşete düşüyoruz, çünkü felaketin içindeyiz. Felaket istisnai bir durum değil, günümüzde bir normdur. Birbirine eklenen felaketlerle serseme çevrildik ve olup bitenleri yorumlayacağımız sabit bir görüş noktamızda yok artık. Otursak da koltuklar bir fırtınada dalgalarla sürüklenen sallar gibi. Fırtınanın tam ortasındayız; William Turner’ın 19. yüzyılda bizzat deneyimleyip resmettiği “Fırtına”nın (Tate Galery). Galerinin beyaz küpünde duvara asılı fırtına, şimdi çerçevesini kırmış ve beyaz küpün steril bedenlerini de içine katmıştır. Güvendiğiniz istikrarlı yapılar çökerken tutunacak sabit bir dal arıyoruz ama her dal parçası yerinden kopmuş; birlikte anaforlara kapılıyoruz. Dışına çıkılacak zamanlar değil artık. “Zaman kıyısı olmayan bir nehirdir” (Marc Chagall).


Hep birlikte sürükleniyoruz. “Bedenlerimiz ve hayatlarımız, çarpıp içimizden geçen, çarpıp ötemize geçen medya kaynaklı tedirginliklerin adeta yankılanarak çoğaldığı kapalı bir oda gibi işlev görüyor” (Brian Massumi, Duygu Politikası, Otonom). Olaylar ekranların camını kırıp odayı dolduruyor ve bizleri yerimizden ediyor. Yorumlamak için sabit bir pozisyon almaya fırsat bulamadan bir başka olay dalgasına yakalanıyor ve durmadan savruluyoruz. Denizcilerin konumlarını saptayacağı ve bir sonraki hareketlerine yön verecekleri bir kerteriz noktasından da yoksunuz. Ne tutunacak sabit bir dal ne de kerteriz ama biz varız; her biri farklı eylem potansiyellerine sahip akıştaki varlıklar. Durup, “ne oluyor?” demeye bile fırsat bulamadan hızla akıyoruz ve düşünümsel ya da eleştirel bir konum almak için gerekli mesafe yok artık, yan yana ve doğrudan olayların içinde. Yalnız değilsiniz; uzansak dokunabiliriz birbirimize.

Massumi’ye göre “her birimiz farklı eğilimler, alışkanlıklar ve eylem potansiyelleriyle olaya dahil oluyoruz”. Olaylar medya denilen ortamda gerçekleşiyor ve sözcüğün köklerine indiğimizde ‘mediate’, yani dolayımlama ile karşılaşacaksınız. Olup bitenlerin, gerçeğin durmadan dolayımlandığı ve kırılarak ekranlara yansıtıldığı ortam. Gerçek ile aramıza aracılar giriyor ve gerçeği çarpıtılmış olarak alımlıyoruz. Ama biz olayları bir kez daha dolayımlamaya fırsat bulamadan, Massumi’nin deyişiyle kendi eğilimlerimiz, alışkanlıklarımız ve eylem potansiyelimizle “dolaysızlık”a gömülüyoruz, dışarısı yok, olayların içindeyiz. Ne yazık ki doğal ekosistemle bağlantımız koparıldı, hepimiz medya ekosisteminde yaşıyoruz. Dolayımlanan gerçekliğin, felaketimsi gerçekliğin içinde. Ne yazık ki başka bir ekosistem de tanımıyor ve sadece bu ekosistemin içinde var olabiliyoruz. O yüzden hayatta kalmak için gerçeklikle, yeryüzüyle yeniden temas kurmamız lazım.
Dolayımlanan bir ortamda Massumi’nin deyişiyle “dolaysızlığı” yaşamak. Gerçeklikle doğrudan temas kurabilmek. Ortam gerçekliği dolayımlasa da dolayımlayıcı dalgalarla savrulan bizleriz; gerçeklikle temas kurabilmek, birbirimize doğrudan dokunabilmektir. Gerçek olan bizleriz çünkü. Geçmiş ve gelecek, bedenlerimizin kıvrımlarında saklı. “Dolaysızlık, her bireyi şahsen konumlandırmaktan ziyade, bireyleri diğerleriyle birlikte bir tür diferansiyel uyumlanmaya sıkıca bağlar”. Nedir diferansiyel uyumlanma? “Duygulanımsal bir olayın dolaysızlığında, kolektif olarak ama her durumda farklı şekilde gerçekleşen bir içeriden hazırlık.” İçerideyiz ve gelmekte olanı içeriden biçimlendirmek zorundayız. Gelecek, bedenlerin kıvrımlarını açmaktır, birbirimize dokuna dokuna özgürleşebilmek.

BANA MASAL ANLATMA BABA!

Francisco Goya, "Çocuklarını Yiyen Satürn", 1819-1823
RAHMİ ÖĞDÜL
05.07.2019

“Bana bir masal anlat baba”, dışarısı çok kötü olsun, dışarıda hain kurtlar dolaşsın. Babaların anlattığı masallarla büyüdük. Dışarıda zombiler, zebaniler, şeytanlar, teröristler, sapıklar, ötekiler dolaşıyor; sokaklarda kir pas, hastalık, sapkınlık, kötülük, ölüm kol geziyor. Hayatta mı kalmak istiyorsunuz? O halde uzak durun sokaklardan, içeriye kapanın, evlere, AVM’lere. Hatta, devasa bir şemsiye imal edelim sizin için ve bunun alt yüzüne bir gök kubbe çizelim ve basmakalıp sözcükler yazalım buraya, yeter ki her yer içerisi olsun. Anlaşılan, dışarısını tamamen ortadan kaldırmadan rahat yüzü yok bize. Bilim kurgu yapıtlarındaki, atmosferi, dolayısıyla dışarısı olmayan bir gezegende fanus içinde yaşamak zorunda kalmış kolonyalistlere benziyoruz. Çoğalıyoruz ve yerimiz daralıyor, fanusu genişletmek gerek. Fanusu genişlettikçe dışarısını içerisi kılıyoruz. Fetihçilik dışarısını içerisi kılmaktır, farklı olanı aynılaştırmak. Dışarısını mülk edindikçe sınırlarımız genişliyor ama kötücül bir dışarısı mutlaka kalmalı, beka için.


Kötülüklerin dışarıda kaldığından emin misiniz? Yaşananlar öyle demiyor ama. Kötülükleri evde yetiştiriyoruz, home-made ürünler. Örneğin, BM raporuna göre, kadınlar için en tehlikeli yer kendi evleri. Kadın cinayetlerinin yüzde altmışı aile üyelerinden biri tarafından işleniyor. Ensestin, ırza geçmenin, şiddetin kapatma mekânlarında ne denli yaygın olduğunu duyuyoruz. İçerisi kötülük üretiyor, çürüyoruz. Canavarları önce içimizde büyüttük, şimdi bizi yutuyorlar. Bizi yutan, ötekiye, kadına, cinsel, etnik, dinsel, düşünsel farklılıklara duyduğumuz nefrettir. Ötekileri fantezilerimizde canavarlaştırdıkça, ötekilere duyduğumuz nefretle canavarlaşan biz olduk. Hani tüm kötülükler, kötü olanlar dışarıdaydı, dışarıyı fethedecek ve kötülük ortadan kalkacaktı; olmadı, beceremedik. Onun yerine hayali canavarlara yenik düşmemek için biz canavarlaştık, birbirimizi tüketiyoruz. İçerisinin tarihi katliamların, kıyımların, soykırımların tarihidir. Baba, dışarıda canavarların yaşadığına dair masallar anlatıyor, anlatmalı, çünkü anlattıkça biz canavarlaşıyoruz. Birbirimizi tükettikçe iktidarlar palazlanıyor.
İçimizde canavarların yaşadığı doğru, tanıdık canavarlar; canı olanlar; içimizde yeryüzünün çokluğu var; binbir türlü bitki ve hayvan. Tanıyoruz ama unutmak ve bastırmak istiyoruz. Birden karşımıza çıktıklarında tekinsiz deneyimler yaşıyoruz çünkü. Bastırmaya çalıştığımız, içimizdeki çokluktur. Fethedilip aynılaştırılmış bedenler farklı olana tahammül edemiyor. Ve iktidar, şeytan çıkarma seansları düzenleyip içimizdeki çokluğu şeytanlaştırdığında bize de şeytanları taşlamak düşüyor. İçimizi kendi ellerimizle öldürüyoruz. Geriye, ölü kabuklar, kimlikler kalmıştır, iktidarın oyun nesneleri. Taşladığımız, yaşamın direngen kuvvetleridir, evcilleştirmeyi başaramadığı, ele avuca sığmayan asiler. İçimizde canavarlar var, canlılar, yeryüzünün çokluğu, çok başlı ejderhalar; kudretimiz.
İradeniz özgür mü? Sanmıyorum, Mitoloji Genel Müdürlüğü’nün yürürlüğe soktuğu mitik şemaya, milli iradeye göre davranıyoruz. Kötüye karşı iyi; hain kurt karşısında kırmızı başlıklı kız; sapığa karşı ahlaklı; doğaya karşı uygarlık; canavara karşı kahraman; çirkine karşı güzel; göçmene karşı yerleşik; kaosa karşı kozmoz. Olumsuz olanın hanesine nedense hep ötekileri, içimizdeki çokluğu yerleştiriyoruz. Popüler romanların ucuz kahramanlarıyız. Çok satan kitaplar da aynı şemayı uyguluyor. James Bond romanlarının yazarı mesela. “Her durumda, Fleming şemadaki “kötü” hanesini bir Rus ya da bir Yahudiyle doldurduğu için gerici değildir. Şemalarla yol aldığı için gericidir. Şemalaştırma, Manici ikili ayrım, her zaman dogmatiktir, hoşgörüsüzdür. Demokratik kişi şemaları reddedip nüansları, ayrımları kabul eden, çelişkilerin varlığına hak tanıyan kişidir” (Popüler Roman Kahramanları, Can). Ve Umberto Eco ekliyor: “‘Fleming “faşist” ise bunun nedeni, mitolojiden akla geçmedeki beceriksizliğin ve fetişlerden yararlanarak yönetme eğiliminin, faşizmin tipik özelliği olmasıdır.’” Bize masal anlatma Baba, martavallara karnımız tok!