30 Haziran 2019 Pazar

BIÇAK VE UZAKTAN KUMANDA

RAHMİ ÖĞDÜL
28.06.2019
Bahçenin dışına hiç adım atmamış, bütün hayatınızı bahçede bitkilerle uğraşarak ve televizyon izleyerek geçirmişsiniz. Budama makası ve uzaktan kumanda protezleriniz. Ve birden bahçeden kovulduğunuzu ve kendinizi sokakta bulduğunuzu düşünün.
Sokak, varlığı korumasız yakalıyor. Ne yaparsınız? Her cennetten kovulan gibi yeni bir bahçe ararsınız kendinize, sırf alışkanlıktan. Ve kentin cehennemsi kaldırımlarında rastladığınız gençlere yaklaşıp sorarsınız: “Affedersiniz, çalışmak için bir bahçe nerede bulabilirim, söyler misinin lütfen?” Sokaktakiler için tuhaf bir soru: “Bahçe mi? Ne yetiştiriyorsun dostum?” Bahçıvan, bahçenin dilinden başka bir dil bilmez. Bahçe terimleriyle düşünür ve konuşur: “Kışın yapacak çok iş var. Bahar için tohum çimlendirip toprağı işlemek gerek.” Kuşkulanmıştır genç, “Saçmalık!” diye yanıtlar, “Seni kim gönderdi babalık?” Ve cebinden bıçağını çıkarıp bahçıvanın burnuna doğru uzatır. Hal Ashby’nin yönettiği, Jerzy Kosinski’nin romanından uyarlanmış, 1979 tarihli ‘Being There’ filminden söz ediyorum.
Ya da ekranlara yansıyan bir sokak röportajından da söz edebilirdim. Bahçıvan yine sokaklarda bahçesini, Millet Bahçesi’ni aramaktadır ve şöyle diyebilirdi: “Devletsiz millet, milletsiz devlet olmaz.” Kaldırımdaki genç de buna şöyle yanıt verebilirdi: “Devletsiz millet ney? Lan, bu devlette hard kapitalizm var lan, leşçi, can alıcı!” Sokağın dili bir bıçak gibi keskindir. Keskin olmak zorunda, çünkü bahçesini ve bahçesinde budayacağı genç fidanları arayan bahçıvanlar dolaşıyor ortalıkta. Filmde burnuna uzatılan bıçak karşısında bahçıvanın tepkisi, cebinde taşıdığı uzaktan kumanda aletini uzatmak olmuştu. Hayatını bahçede bitkileri budayarak ve TV izleyerek geçirmiş bahçıvan, sokağın bıçak gibi dilinden uzaktan kumanda aleti ile korunacağını sanıyor. Sokak röportajındaki bahçıvan da televizyondan öğrendiği basmakalıp sözcükleri ağzında geveleyip duruyordu.
Sokak olayların yeridir. Sokakta yürümek, bıçak sırtında yürümeye benzer. Her an dengeniz bozulabilir ve düşmemek için yeni bir denge durumuna geçmek zorunda kalırsınız. Dili de öyledir. Filmde bıçak ve uzaktan kumandanın karşı karşıya geldiği sahne, sokağın diliyle bahçenin dilinin karşılaştığı ender sahnelerden biri. Bahçıvan çok geçmeden aradığı bahçesini, devleti bulacak ve sonunda devlet başkanının danışmanı olacaktır. Devlet başkanı, “Geçici teşviklerle büyümeyi arttırabilir miyiz?” diye sorduğunda bahçıvan bahçenin diliyle yanıtlar: “Kökler zedelenmedikçe bir şey olmaz. Ve bahçede her şey yolunda gider. Bahçede büyümenin bir mevsimi vardır. Önce ilkbahar ve yaz gelir ama sonra sonbahar ve kış. Sonra yine ilkbahar ve yaz olur”. Bahçe bitimsiz döngülerin yeridir, şeyler durmadan tekerrür eder, aynı olan geri döner. Toprağında klişeler, basmakalıp düşünceler biter. Bahçe güneşinin altında yeni bir şey yok, İncil’de yazdığı gibi, “Olmuş olan yine olacak.”
Ağızlarında bahçıvanın sözlerini geveleyenlerin dilleri uzaktan kumandayı andırıyor; tüm baskılara rağmen korkmadan doğruları haykıranların dili ise bıçak gibi keskin. Ne diyordu filmdeki bahçıvan? “Kökler zedelenmedikçe bir şey olmaz”. Ve bahçenin kısır döngüsü, zülmün durmadan geri dönmesi, “hard kapitalizm” sürüp gider. Dili bıçak gibi kullananlar, köklerini zedelediler önce; çitlerin içinde hapsolmak yerine, köklerinden kurtulan ve açık havada yürüyenler. Düşünmek yürümektir. Dilin, köklerini yitirip dışarıda dolaşması; göçebe ya da rizom dil. Rizomlar, ayrık otları; bahçıvanın baş belaları. Düşünenlerin dili keskindir, kısır döngü çatlıyor, ha dağıldı ha dağılacak. Bahçıvan bizi uyarıyor: “Herkes dilinin ayarına dikkat etsin. Aklına geleni işleyip, her ağacı taşlamaya kalkmasın.” Dilin ayarı bozuldu, sokağın dili daha da gür çıkıyor. Bahçenin kokuşmaya yazgılı mutlak dengesinde gübreleşmek istemeyenler, sokağa çıkıyor; dengenin sürekli bozulduğu ve yeni dengelerin kurulduğu sokak. Düşünmek, ağaç gibi dikine yükselmek değil, yeryüzüne sadık kalmaktır ve şeyler arasında yatay bağlantılar kurmak. Şimdi sokaklarda sözcükler dolaşıyor; bahçıvanın nefret ettiği ayrık otları.

21 Haziran 2019 Cuma

BAŞKASININ ORGANIYLA GERDEĞE GİRMEK

El Greco, "Laocoön", detay, 1610-1614
RAHMİ ÖĞDÜL
21.06.2019

Organlarınız sizin mi? Hiç sanmıyorum. Dünyayı başkasının organlarıyla algılıyoruz. Bedenlerimiz bize ait değil. İktidarların kampanyaları, organ bağış kampanyalarını andırıyor; bedenler, bağışladıkları organlarla donatıldı. Sonra da olup bitenleri kendi gözlerimizle gördüğümüze, kendi kulaklarımızla işittiğimize yemin edebiliyoruz. Tanık olduklarımız, iktidar organlarından nakledilenlerdir; nakledilmiş bir dünyada yaşıyoruz. Nakledilmiş dünya ile gerçek dünya arasında korkunç bir uçurum var, gördüklerimiz ve işittiklerimiz ile yaşananlar arasında. Yaşam dünyası algılarımızın dışında kalmıştır. Halk yığınları; iktidarların bağışladığı organlarla yaşatılan devasa gövdeler. M.Ö. 77’de Plinius da bunun farkındaydı: “Sokağa çıkmak için başkasının ayaklarını, etrafımıza bakmak için başkasının gözlerini, insanları selamlamak için başkasının hafızasını kullanıyoruz, hayatta kalmak için başka birine muhtacız – kendimize sakladığımız tek şey hazlarımız” (T. Zeldin, İnsanlığın Mahrem Tarihi, Ayrıntı). Zaten hazdan başka bir şey de bırakılmadı bize. Üstelik hazları başkalarının organlarıyla yaşıyoruz. Hazlar, her seferinde bizi akıştan koparıyor ve kapitalizmin meta-haz döngüsüne kapatılıyoruz.


Domenikos Teotokopulos (1541-1614), memleketini, Girit adasını terk etmeseydi, dünyayı başkasının gözleriyle görecek ve başkasının elleriyle resimler yapmayı sürdürecekti. Adadan çıkmasaydı asla tanıyamayacaktı kendini. “Eğer kendinden çıkmazsan, asla bilemezsin kim olduğunu” (Saramago, Bilinmeyen Adanın Öyküsü, İş Bankası). Kural ve alışkanlıkların kapalı dünyasında geleneksel Bizans ikonaları üretecek ve yaşayacağı küçük hazlarla mutlu olacaktı. “Adayı görmen için adayı terk etmen gerekir diyorum, kendimizden kurtulamadığımız sürece kendimizi göremeyiz” (Saramago). Ve adasını terk edip denize açıldığında bedeninin, duyumsama kudretinin neler yapabileceğini keşfetti. Kendi organlarıyla duyumsadı dünyayı ve kendi elleriyle resmetti. Ve elleriyle doğurdu kendisini. Kendi organlarıyla yeryüzüyle gerdeğe girmiş ve içindeki El Greco’yu doğurmuştu. Artık resimlerindeki bedenler, geleneksel temsil dünyasında olduğu gibi katı sınırların içine hapsedilmiş formlar değil, aksine her an biçim değiştirecekmiş gibi duran formlardır. Tuvalleri, denizin dalgalı yüzeyini anımsatır: “Hiç eskiz yapmadan, insan kişiliğini adeta katı sınırlarla çevrelenemeyecek akıcı bir şeymiş gibi boyayı tuvale doğrudan sürme arzusu” ile yolculuklara çıktı (Zeldin).
Yeni doğumlara gebeyiz; ama adayı, nakledilmiş dünyayı terk etmeden, kendi organlarımızla yeryüzüyle gerdeğe girmeden doğuramayız. Bağışladıkları organlarla körleştirildi bedenler; yaşamı değil, sadece ölümü gören ve ölümü yüceltenler. Oysa yaşam sinir uçlarımızda; bedenler yeryüzüne dokunsalar, birden dirilecekler. Algıları köreltilmiş bedenler, iktidar organlarından nakledilenleri deneyim sanıyor. Deneyim, beş duyumuzla yeryüzünü duyumsayabilmektir ve “eğer bir isyan çıkacaksa, bu isyan beş duyudan gelecek (Michel Serres). Matrix filmindeki Cypher da, yitirdiği duyumsama gücünü yeniden kazanınca hain ilan edilmişti: “Bir bifteğin gerçek olmadığını biliyorum. Bunu ağzıma koyduğumda Matrix’in beynime bunun taze ve sulu olduğunu söylediğini biliyorum. Ama dokuz yıldan sonra neyi fark ettim, biliyor musun? Cehalet mutluluktur.” Bir bedenin neler yapabileceğini hâlâ bilmiyoruz. Ve bilmediğimiz için bedenin bilgeliğini cehalet sanıyoruz. Çünkü dil, adlandıramadığını bilginin dışına öteliyor.
Dilde “bir şeye göndermede bulunuruz, fakat kokunun adı yoktur”. Bu ayın başında yitirdiğimiz Fransız filozof Michel Serres, 1985 tarihli kitabı “Beş Duyu”da, sözcüklerin duyularımız üzerinde nasıl tahakküm kurduğunu anlatır. Dil, duyumsama gücünü hem örter hem bastırır. “Dilbilimsel okul, koku ve tat duyusu olmayan bir okuldur”. İsyan, adlandırılmamış olandan, dolayısıyla sınıflandırılamayandan gelecek, yani bedenin duyumsama gücünden, “beş duyudan”. İsyan, kendi organlarımızla yeryüzüyle gerdeğe girdiğimizde gerçekleşecek.

17 Haziran 2019 Pazartesi

YABAN TOPRAKLARDAKİ YABANCI


RAHMİ ÖĞDÜL
14.06.2019

Ritimler aksıyor. Uygun adım yürüyenlerin ayakları birbirine dolanmaya başladı. ‘Teneke Trampet’leriyle, faşist mangaların ritmini bozan ‘Oscar’lar çoğalmalı (Günter Grass). Tek bir merkez etrafında birbirine kenetlenenlerin, baş yerine omuzlarında despotlarını taşıyanların ritmik hareketleri faşizmi çoğaltıyor.

Cortazar’ın kahramanlarından biri, “alışkanlıklar, ritmin somut biçimleridir” diyordu (Hayvan Hikâyeleri, Can). Faşistler evi, yurdu, alışkanlıkların insanını severler en çok; göçebelerden nefret ederler, çünkü “ne ev ne yurt, dolayısıyla ne inanç ne de yasa tanıyan”lardır. Ve Arendt soruyor: “Düşündüğümüz zaman neredeyiz?” Yanıtını Platon’un Sofist’inde bulmuştur: “Hiçbir yerde”. Alışkanlıkların, bildik ritimlerin bozulduğu yer; hiçbir yer. Arendt’in sorusunu tersinden de sorabiliriz: “Peki, düşünmediğimiz zaman neredeyiz?” Kesinlikle evdeyiz. Evimiz sağduyunun alanıdır; hep aynının durmadan geri geldiği, basmakalıp düşünceler, tekdüze ritimler ve klişelerle yaşamın sürdürüldüğü yer. Ev, tanıdık nesneler dünyasıdır, belli bir örüntüye göre yerleştirilmiş formlar düzeni. Bizi düşündürtmez; bizi düşünmeye zorlayan bir şey varsa, bu “kesinlikle tanımanın değil, temel bir karşılaşma nesnesidir” (Deleuze). Evde her şey tanıdık ve alışkanlıktır.
Hanehalklarını tek bir merkez etrafında toplarsanız, ülke halkına dönüşür ve evin sınırları da ülkenin sınırlarına dek genişler. Halk, tek merkez etrafında kenetlenmiş bir bütün. Hobbes’a göre halk, “kendisine tek bir eylem atfedilecek, tek iradeye sahip, tek olan şeydir”. İnsan ülkesinde düşünmeden de yaşayabilir, çünkü tüm iradesini merkeze, milli iradeye devretmiştir. Düşünmeye başlamak, evin güvenlikli mıntıkasını, ritmin somut biçimlerini, alışkanlıkları terk etmeyi ve yaban topraklara girebilmeyi gerektirir; tüm sınırların, tüm görünümlerin, tüm formların ötesine geçebilmek, yani hiçbir yere.
Bu yüzden Aristoteles’te düşünür yabancıdır ve düşünme edimi yabancı yaşamdır, ‘bios xenikos’. Düşünmek için evden uzaklaşmayı, yabancı olmayı göze almak gerekir. Bireyler, merkezin çekim gücüne yakalanmışlarsa düşünceye kilit vurulur. Ama herkes düşünebilir yine de; monolitik bir bütün olan halkın içinde erimek yerine, bu yekpare bütünden ‘uzak’ durabildiği ölçüde. Yunanca herkes anlamına gelen ‘hekastos’ sözcüğü, ‘hekas’tan türemiş, ‘uzak’ demek. Birey olma, mesafe ya da boşluk yaratma meselesidir. Boşluk ya da uzam, bir bedenin kendini gerçekleştirebileceği, bireyleşeceği yaratıcı döl yatağı. Ama olmuyor. İktidarın, boşlukları iptal edecek ve herkesi birbirine kenetleyecek tuzakları vardır: Ötekiler. Tek kimlik içinde kapana kıstırılanlar, ötekilere, çokluğa düşman kesildikçe mermer bir bloğa dönüşecekler. Hobbes’un tanımıyla halk denilen “tek şey”, çok olana, yeryüzünün çokluğuna karşıt olarak iktidar eliyle inşa edilmiş bir nesnedir; istediği gibi biçimlendireceği bir heykel.
İçindeki ‘uzağı’, yabanı duyumsayan ‘herkes’ düşünmeye başlayabilir ve yabancılığını duyumsadığında çokluğa ulaşacak ve çokluk olacaktır. Ama evden uzaklaşmak zordur, tam “uzaklaştım” dediğinizde birden karşınıza çıkabilir: “‘Off bu çok kötü işte! diye haykırdı. “Böyle yol kesen bir ev daha görmedim! Hiç!”’ (Lewis Carroll, Aynanın İçinden, Can). Alışkanlıklar peşinizi bırakmaz ama yılmamalı. Sadece düşünürün değil, sanatçının mekânı da hiçbir yerdir, yabandır. Yaban, Farsça bir sözcük; ıssız yer, bozkır, çöl demek. Kazimir Maleviç evden çıkmış ve sonunda ‘siyah kare’ye, çöle ulaşmıştı: “Artık görünene benzemek yoktur, idealize edilmiş imgeler yoktur – çölden başka bir şey yoktur!” 
Gözleri tanıdık nesnelere alışmış yerleşikler çok dertli: “Sevdiğimiz her şeyi yitirdik. Bir çöldeyiz sanki… karşımızda beyaz bir zemin üzerinde siyah bir kareden başka bir şey yok!” Alışkın olduğumuz şeyleri, tekdüze ritimleri yitirdiğimize göre düşünmeye başlayabiliriz artık. Maleviç için siyah kare, “olası tüm güçlerin içinde şekillenip üreyeceği embriyon”dur. İçimizdeki ‘yaban’; bireyleşmeyi bekleyen gizil güçlerle dolu. Merkezden ‘uzak’ durmalı.

HİÇBİR YERDE HERHANGİ BİRİ


RAHMİ ÖĞDÜL
07.06.2019

Bazen insan alıp başını gitmek ister, neresi olduğu hiç önemli değil, sadece gitmek. Ben isterim, bir yere varmayı değil; sürekli yolda olmayı. Hep aynı yere kök salmaktan, hep aynı kimliği taşımaktan yorgun düşmediniz mi? Ben düştüm, tutarlı olmaktan ve hep aynı rolü oynamaktan. Ve “sen kimsin ya?” sorusuna yanıt vermekten de usandım, her seferinde biteviye kimlik kartımı uzatmaktan. Nasıl bilebilebilirim ki kim olduğumu? Kimlik dediğiniz suratınıza ömür boyu geçirdiğiniz bir maske değil ki. Şimdi bu kimlikteyim, peki yarın? Koca bir hayatı tek bir kimliğe sığdıramazsınız. Kimse önceden belirlenmiş bir hayatı yaşamaz, yaşarken ilişkilerle sürekli biçimlendirir kendini. Ve “sen kimsin?” diye sorduklarında kolay değildir yanıt vermek. Ama yasa gereği bir kimlik kartı edinmek zorunda kalmıştır.

KÖK SALMIŞTI

İnsan yasanın dışını, hiçbir yeri, hiçbir yerde herhangi biri olmayı özler. “Bir ağaç mı yoksa yol mu olmak istersin?” diye sorsalar, hiçbir yere giden yol olmayı tercih ederdim. Çok uzun zamandan beri ağacım zaten; bir yere, bir yüze ve bir kimliğe ait olmaktan usandım. İnsan, bir zamanlar yeryüzünde kıvrımlı bir yoldu. Ağaç, gölgesinde soluklanacağı geçici bir konaklama yeriydi sadece. Serin gölgesinde yorgun bedenini dinlendirir, sonra yeniden yola koyulurdu. Korkardı, uzun süre kalmaktan, ağaç gibi toprağa kök salmaktan. Ama bir gün, yürümekten bitkin düştüğünde, gölgesine sığındığı bir ağacın altında derin bir uykuya daldı. Uyandığında kımıldayamıyordu, kök salmıştı. Ve etrafını çitle çevirip kendine bir bahçe yarattı. Yarattığı o bahçeden bir daha asla çıkamadı. Ne zaman çitlerin ötesinden bir rüzgâr kopup gelse hep yolu hatırlar, yolda olmayı, yol olmayı. Şimdi bahçesinde bitkiler değil, beton binalar bitiyor ve o ilk ağaçtan geriye kupkuru bir kimlik kaldı. Yüzü, beton binaların yüzünü andırıyor. Köklerinden bir kurtulabilse yitirdiği bahçesini aramak için yeniden yollara düşecek ama olmuyor, zordur köklerinden kurtulmak. Sonunda aramaktan vaz geçti, artık ölümden sonra bahçesine kavuşmayı umuyor. 
Bazen insan, zor da olsa köklerinden kurtulmayı başarır ve yeryüzündeki yitik bahçeyi aramak için yeniden yollara düşer. Ve aradığını bulunca yine kök salıp etrafını çitle çevirecek. Sonrasını biliyorsunuz, bahçeden geriye beton ve asfalt kalıyor. O ilk bahçeyi aramak için yola çıkanlar, yeryüzünü sevenler değil, yeryüzüne ihanet edenlerdir. Bahçe fikrinden vazgeçmeli, dikenli tellerle çevrili toprak parçasından. Kentlerden bunalıp kaçanlar, yitirdikleri bahçeyi buldukları an yitireceklerini biliyorlar, çünkü kent bırakmaz peşlerini, yitik bahçe çok geçmeden terk ettikleri kentlerin yüzüne bürünecek. İnsan asla yerleşmemeli, ağaca rastladığında gölgesinde soluklanmalı sadece, derin uykulara dalmamalı. Kök saldığında mülkiyet ve hiyerarşi ortaya çıkıyor. Ve her bahçenin mutlaka bir bahçıvanı var; bahçedeki bitkileri durmadan budayıp hizaya sokuyor. Bahçe bitkileri tıpa tıp birbirine benziyor, tıraşlarına baksanıza. Ve üzerlerinde, hangi familyaya ait olduklarını gösteren plakalar çakılı. Ve bahçıvan “Sen kimsin ya?” diye sorduğunda hepsi birden kimlik plakalarını gösteriyor.

BİRLİKTE BİÇİMLENİR

İnsan alıp başını gitmek ister, dikenli tellerin dışına, hiçbir yere. Burada “sen kimsin?” diye sorulmaz, sadece birlikte olunur ve birlikte biçimlenir bedenler. Kimsenin “ben” demediği, herkesin herhangi biri gibi duyumsadığı ve herhangi biri gibi konuştuğu birey-öncesi, kolektif topraklar. Birlikte düşünülür ve birlikte üretilir, kimlikler ortaya çıkabilir ama hiçbir kimlik kalıcı değildir çünkü herkes yoldadır. Kimlik, gölgesinde soluklanacağınız bir ağaçtır ve yeniden yola koyulduğunuzda sadece ağacı değil, kimliğinizi de terk edersiniz. Yol asla sona ermez, bireyleşme de.  Simondon’un belirttiği gibi özne, birey-öncesi unsurlarla bireyleşmiş unsurların sürekli iç içe geçişidir (Virno, Çokluğun Grameri, Otonom). Ve yaşam, ayırt edilemezlik ile ayırt edilebilirlik arasındaki o ince çizgide yürüyebilmektir.