29 Şubat 2020 Cumartesi

BAROK POLİTİK

Elias van den Broeck

Georges de la Tour
RAHMİ ÖĞDÜL
28.02.2020
Kent karanlığa gömüldüğünden beri heyulalar çoğaldı; karanlığın içinden birden ortaya çıkan, sonra aynı hızla kaybolan ışıklı ya da ışığın içinde gözden yiten biçimsiz, karanlık kütleler. Her sabah evden çıktığımda üniversitenin kapısına yığılmış o karanlık kütleyi görüyorum; turnikeler karanlık kütleyi, bir kıyma makinesi gibi öğüttükçe karanlık, parçalara ayrılıp gözden kayboluyor. Kent, kendini bir ışık ve gölge oyunu olarak sunuyor. Kimine göre kent karanlığın içine gömülü; kimine göre aydınlık bir zemin. Ne fark eder ki? Sonunda izlediğimiz ışık ve gölge oyunu. Çizgiler yanıltıyor; çizgilere katlanamıyorum artık. Hâlâ çizgi görmeye çabalıyor ve çizgilerle düşünüyorsanız, yanılırsınız. Çizgiler, sonunda çıkmaz sokaklara, figürlere açılıyor. Her figür, çizginin kendi üzerine kapandığı bir çıkmaz sokak değil mi? Çizgiyle kendini toplumdan, evrenden ayırmış figür-insan. Üzerine kaş, göz, saç, sakal çizilmiş, renkli giysilerle donatılmış figürler aldatıcı. Şekillere takılmayın. Yeryüzünde hayatta kalmak figürlere değil, ışık gölge oyununa bağlı. Bu oyunu hakkıyla oynayanlar hayatta kalabiliyor. Güveler de hayatta kalmak için ışık gölge oyununa ayak uydurmak zorunda kalmışlardı.
19. yüzyıl İngiltere’si; Sanayi Devrimi sırasında hava o kadar kirlenmişti ki, kentin yüzeyleri giderek karardı, ağaçların kabukları bile. Kentlerin civarındaki ağaçların gövdelerini kaplayan likenler hava kirliliğinden ölünce, ağaç gövdelerinin rengi de koyulaştı. Kent, karanlığa gömülmüştü, sakinleri de. Gömülmeseler, avcı kuşlara yem olacaklardı. Normalde açık renkli, kırçıllı kanatları olan güvelerin sayısı azalırken, siyah kanatlı güveler çoğaldı. Güveler kamufle olmak için, barındıkları ağaç gövdelerinin rengine uymak zorundalar; görünmez olmak, hayatta kalmak için gerekli. Siyah renkli formlar hayatta kalmayı ve çoğalmayı başardılar. Ve yaşadığımız fiziksel ve düşünsel ortam o kadar karanlık ki, kent sakinleri de hayatta kalmak için mecburen renk değiştiriyor. Şimdi kentte yaşamak, bir ışık gölge oyununu andırıyor. Sadece yüzeylerimiz kararmadı, ruhlarımız da. Ve tıpkı Rousseau’nun 1761 tarihli romanı ‘Yeni Heloise’in kahramanı gibi, “Gözüme batan heyulalar görüyorum yalnızca, ama tutunmaya çalıştığım an yok oluyorlar”.
Tutunacak bir dal bulmakta zorlanıyoruz; gözün güvenebileceği bir kılavuz yok artık. “Bir desenin sınırlarını tanımlayan çizgi gözün güvenilir kılavuzudur. Ve figürü kolayca kavrayabilmesi için gözün sadece çizimi takip etmesi yeterlidir” diye yazıyordu Heinrich Wölfflin, Rönesans sanatını tanımlarken (Rönesans Ve Barok, Janus). Göz ısrarla çizgi aradığında, figürlere ulaşmak istiyor, ama figürler çoktan karanlığın içinde bir görünüp bir kaybolan kütlelere dönüştü. Şimdi barok zamanlar: “Işıklı bir kütlenin dağınık hareketi gözümüzü şuraya buraya, hep daha uzağa çeker, hiçbir sınır tanımaz, tanımlı bir durak da yoktur” (Wölfflin).
Çizgilerle düşünmekte ısrar ediyorsanız, aldanırsınız. Zaman, karanlık, biçimsiz kütlelerle, heyulalarla düşünmenin zamanı; ışık ve gölge oyununa katılmanın. Daha önce de aktarmıştım; psikologlar, Afrika’nın ücra bir köşesinde yaşayanlara, üç kişi arasında geçen siyah beyaz bir film izlettikten sonra, ne algıladıklarını sormuşlar; yerliler, sadece ışık ve gölge oyununu algılamışlardı. Foucault, bizim algılarımızın kişilere, yani figürlere göre belirlendiğini söylüyor. Figürlere ve yerleştirildikleri entrikalara odaklanıyoruz. “Eskiden figürler açık renkli bir zeminden açık-seçik kopardı, oysa çoklukla koyu bir zemin var artık, öyle ki biçimlerin kıyıları bu karanlıkta eriyip gidiyor” (Wölfflin). Kentin zemini koyulaştı ve hayatta kalabilmek, ışık gölge oyununa bağlı. Kütle suskun. Susmak, karanlığın bir biçimidir. Olay, suskunluğun içinde sessizce birikiyor. Heyulalar başımızı döndürüyor: “Barok bizi bir an için güçlü biçimde etkiler, ama kısa sürede terk eder ve arkasında bir tür bulantı bırakır. Varlığın tamamlanmışlığını değil, oluşu, olayı akla getirir” (Wölfflin). Hissettiğimiz bulantı, karanlığın, varoluşun baş dönmesidir. Gözlerinizi karanlıkta görmeye alıştırın artık. Karanlık içinde henüz biçimlenmemiş neşeli oluşlar biriktiriyor.

ÇOCUKLARIN GÖĞE BAKMA DURAĞI YOKTUR

Van Gogh, "Yıldızlı Gece"

Joan Miro, "Takım Yıldızları"
RAHMİ ÖĞDÜL

21.02.2020

Ne zaman başımız sıkışsa gökyüzüne bakardık. Biz yetişkinlerin sorunu. Çocukların göğe bakma durakları yoktur; dur durak bilmezler. Öylesine yeryüzüne gömülmüşler ki göğe bakarak kaybedecekleri zamanları yoktur. Hayallerini gökyüzünden devşirmek yerine, yeryüzündeki şeylerin arasına yerleşirler ve hep birlikte gerçekleştirirler hayallerini. Hayalleri gerçek olduğunda evin düzeni bozulmuştur. Mevcut düzeni bozmadan yeni bir düzen yaratılamayacağını hatırlatırlar bize. Dokundukları gerçeği, yani yerin çamurunu, bir oyun hamuru gibi, hayal ettikleri biçime sokabilirler. Adeta maddenin içkin kuvvetleri gibidirler; hareket eden, kendi kendini biçimlendiren maddenin. Mesela yeryüzünün çamurundan sofralar kurabilir ve sizi sofralarına davet edebilirler. Ama biz yetişkinler göğe bakmayı tercih ederiz, ulvi amaçlarımız var; Platon’un gökyüzüne yerleştirdiği ideaları devşirmek gibi. Yeryüzünü bir karmaşa olarak deneyimleyenler, gökyüzünden devşirdikleri hayallerle yeryüzünü biçime sokmaya çabaladılar bunca zamandır. Yeryüzünün çamuruyla oyunlar oynadıklarını unuttular; oyunlarıyla düzenleri bozduklarını, düzenler kurduklarını. Oysa çocukların gerçeği ve hayali çamurdur. Yeryüzünün çamurundan dünyayı yeniden yaratabilirler, kudretlidirler.

Van Gogh “Yıldızlı Gecesi”ni, kapatıldığı akıl hastanesinin odasında yapmıştı. Joan Miro, İkinci Dünya savaşına Paris’te yakalanmıştı. Kaçmış, küçük bir kasabaya sığınmıştı. Aslında sığındığı, kendi yarattığı gökyüzüydü; 23 parçadan oluşan, “Takım Yıldızları” adını verdiği resimler. “İnsanlar ara vermeksizin, onları koruyacak bir şemsiye imal ederler, bunun alt yüzüne bir gökkubbe çizer ve uzlaşımlarını, görüşlerini buraya yazarlar” (Deleuze, Felsefe Nedir? YKY). Bizler de yeryüzünden kaçmak istediğimizde gökyüzüne sığınıyoruz; binlerce yıldan beri basmakalıp düşüncelerle donatılmış, kozmoz denilen şemsiyenin altına. Sonra altına sığındığımız şemsiye bizim hapishanemiz oluyor, boğuluyoruz. Allahtan yardımımıza sanatçılar ya da şairler yetişiyor. Tuhaf bir hayat bizimkisi. “Şair, sanatçı, şemsiyede bir gedik peydahlar, hatta, özgür ve esintili  bir parçaçık kaosu içeri alabilmek için, ani bir ışık içinde gedikten beliriveren bir görü... uğruna gökkubbeyi bile yırtar” (Deleuze). Ve boğucu kozmozun içinde kaosun esintileri dolaşmaya başladığında özgürlüğü duyumsarız.

19. yüzyılda iktidar, altına sığındığımız gökkubbenin kaostan korunmak için yeterli olmadığına karar verdiğinde gökkubbenin altına bir şemsiye daha yerleştirdi: Çan eğrisinin şemsiyesi. Çan eğrisi, ortalama insanın sığınağıdır. Biyo-iktidarın icat ettiği bu şemsiye nüfusu biçimlendirmek için tasarlanmıştır. Normlara uymuyorsanız, şemsiyenin altına giremezsiniz. “Norm, standart çan eğrisinin kapsamına giren nüfusun çoğunluğunu saptar. Çan eğrisi, norm tiranlığının bir sembolü haline gelmiştir” (Sakatlık Çalışmaları, KÜY). Kim anormal olmak ister ki? Çoğunluk, kendi rızasıyla çan eğrisinin altında toplandığında toplumsal beden norma boyun eğmiş, tiran keyiflenmiştir.

Tiranlık zamanlarıydı; bizler göğe bakma duraklarında gökyüzüne bakardık. O sırada yeryüzü her zamanki gibi delice akardı. Sahillere deli dalgalar vururdu; dalgaları duyumsamazdık bile. Sahillere ölü çocuklar vururdu; bizler inadına göğe bakardık. Kurtarıcılarımız göklerden gelecekti; kaostan kurtulacak, göksel cennete yerleşecektik. Hep geldiler ve biz hep öldük. Biz göğe baktıkça sahillere vuran ölü çocuklar çoğalıyor. Norm tiranlığında çocuklar ölü doğuyor. Şemsiyelerin altına sığındıkça henüz doğmamış çocuklarımızı öldürüyoruz. İçimizdeki çocuk, yeryüzünün çamurundan sofralar kuracak, hayallerini yeryüzüyle birlikte yeryüzünde gerçekleştirecek çocuk, şimdi sahilde ölü  yatıyor. Yeryüzüne bakalım artık! Yeryüzünün çamuruyla birlikte deli gibi akalım. Yeryüzü cenneti ayaklarımızın altından akıyor. İçimizdeki deli çocuk göğe baksa bile, basmakalıp düşünceleri değil, tıpkı yeryüzündeki gibi durmadan akan, capcanlı bir ortam görebiliyor. Van Gogh’un “Yıldızlı Gecesi”ndeki gökyüzünün yeryüzünden farkı var mı? Her ikisi de akışı duyumsatıyor. Deli çocuk, evrenin akışlarından, kaosun sularından kendi dünyasını yaratmasını biliyor.

HİKÂYENİZ YOKSA ADAM DEĞİLSİNİZ!

Michelangelo, "Adam'ın Yaratılışı"
RAHMİ ÖĞDÜL
14.02.2020

Hikâyeniz yoksa bir hiçsiniz, ‘adam’ yerine koymazlar. Ya hiyerarşinin en dibine yerleştirilirsiniz ya da yok sayılırsınız. Doğa mesela; Ortaçağ ve Rönesans resminde ancak egemen anlatının dekoru olarak girebiliyordu çerçevenin içine. Doğanın kendi başına bir hikâyesi yoktur çünkü. Hikâyenin kahramanları dinsel, tarihsel ya da mitolojik kahramanlardır; iktidar temsillerinde doğa olsa olsa bir dekor olabiliyor ancak. Ve 17’nci yüzyılda genre resmi olarak manzara diye bir tür ortaya çıktığında, doğa resim sanatı hiyerarşisinin en altında yer bulabilmişti kendine. Ve hâlâ hikâyesi olmasa da şimdi bizim hikâyelerimizi alt üst ettiği için durmadan kendinden söz ettiriyor; felaket olarak. Yaşadığımız hayatların kalitesini doğa belirliyor ama biz hâlâ iktidarın anlattığı hikâyeyi dinliyoruz. İktidar, medyasında temsiller sahneliyor, izlemeye bayılıyoruz. Ve hayatlarımızı bu temsillerle uyumlu şekilde hikâyeleştirdikçe görünür olabiliyoruz, bir dekor olarak. Ama hâlâ doğa görünmüyor, göremiyoruz. Devletin park ve bahçelerindeki dekorlar doğa değildir. Doğa kurucu, yaratıcı olarak değil, ne yazık ki bir yıkım, bir felaket olarak yer bulabiliyor söz dağarcığımızda.

Rönesans insanı Alberti, “ressamın en büyük yapıtı istoria’dır diyordu. ‘Istoria’, resimdeki öykü, anlatı veya izleyiciye sunulan dinsel imgedir. Tarih anlamına da geliyor; ‘tarihsel resim’ olarak adlandırılan, iktidardaki konuyu işleyen resimler hiyerarşinin en tepesinde yer alıyordu. Sanatçı da olsanız, konu icat edemezsiniz, egemen anlatıya uymak zorundasınız. Bildik konuları, klişeleri, basma kalıp imgeleri ürettikçe temsillerde var olabilirsiniz ancak. Yeryüzünündeki hayat işlenmemiş hâliyle çok mu karmaşık, anlamsız mı geliyor size? Merak etmeyin, iktidar sizin için hayatı işleyip kurmaca hâline getiriyor: “Kurmacanın birliği var, biçimi var” (Aldous Huxley). Ancak iktidarın kurmacasına yerleştiğinizde biçim kazanıp var olur, ‘adam’dan sayılırsınız.

TARİH, ERİL İKTİDARIN HİKÂYESİ
‘Kim milyoner olmak ister?’ yarışmasını izliyorum. Katılanlar, dondurulmuş gıda reyonundan doğru gıdaları seçer gibi sorulan soruları yanıtlayabildikleri için değil de, hikâyeleştirdikleri yaşantılarıyla görünür olmak istiyorlar. Anlattıklarıysa, adamın hikâyesine tutunma, var olabilme çabaları: ‘his/story’. Tarih nedir ki? Erkeğin, eril iktidarın hikâyesi. Eril iktidarın kurmacasına uyduğunuz, bir dekor olabildiğiniz ölçüde varsınız. Kurmacayı bozduğunuzda sesiniz kesilir. Sabiha Gökçen’de yaşanan uçak kazasını CNN Türk’te yorumlayan pilot/eğitmen Bahadır Altan’ın sesi, iktidarın temsiline uymadığı, kurmacasını bozduğu için kesilmiş, tarihten dışlanmıştır. İktidar kendi tarihine dekorlar arıyor. Çalıştığı Pegasus şirketinin Altan’ı işten çıkarmasının nedeni, şirket ‘tarihine’ zarar vermesidir. Şirketlerle ilişkimiz, olsa olsa bir dekor ilişkisidir; temsilini dekor olarak güçlendiriyorsanız varsınız. Aksi takdirde ‘yollarımızı ayırıyoruz’ diyebilirler.

DİLİMİZ KURMACADA TUTSAK
Yollarımız çoktan ayrılmalıydı. Geç bile kaldık. Bizim yolumuz, tarihi olmayanların, “istoria”dan kovulmuşların yoludur. Henüz anlatılmadı. Anlatılsaydı, iktidar kurmacasına çoktan dâhil olmuştuk. Çünkü dilimiz kurmacasının içinde tutsak. Yaşadıklarımızı, çektiğimiz onca acıyı, zorbalığı, eziyeti dillendirdiğimizde kurmacanın kavramlarıyla konuşuyoruz hâlâ. Oysa Darwin’in dediği gibi doğa, “en köklü kavramları alt üst edebiliyor.” Demek ki, kurmacaları alt üst eden doğa, bizim kavramlarımıza dokunamıyor. Anlattıkça kurmacayı yeniden inşa ediyoruz, yerleşiğiz çünkü. Ve doğayı yıkıcı bir kuvvet, kaos olarak tanımladığımızda iktidarın diliyle konuşuyoruz. Doğanın yıkmak gibi bir derdi yok; yürüyor sadece. Yürüyüdükçe, yerleşik dekorlar kudretine dayanamıyor. Doğanın ve doğanın devinimleriyle dans eden göçebelerin tarihi yoktur, ‘tarih’ten dışlanmışlardır çünkü. İktidar, kurmacasına uymayanları adam yerine koymuyor. Adam dediği, temsiline yerleştirdiği dekorlardır. Kurmacasına yerleştiğinizde Adam’ın dibisiniz; yaşarken ölü bir dekor ya da öldükten sonra anlatısını güçlendiren bir malzeme olarak. Adam olmayanların hikâyesi, kurmacanın dekorları arasında değil, doğanın göçebe yollarında yaşanıyor. Anlatılmadı, anlatacak dili henüz bulamadık.

13 Şubat 2020 Perşembe

AMAN DİKKAT, İÇİNİZE NEŞE KAÇMIŞ OLABİLİR!

Caravaggio, "Kuşkucu Thomas"
RAHMİ ÖĞDÜL
07.02.2020

Kubrick’in 1964 tarihli Dr. Strangelove filminde üs komutanı komutasındakileri ‘komi’lere karşı uyarıyordu: “Düşman teker teker ya da gruplar halinde gelebilir. Bizim üniformamızla da gelebilir. Hangi şekilde gelirse gelsin, onu durdurmalıyız. Bu üsse girememeli”. ‘Komi’ bir virüs adı olabilirdi. Ama komi, bir virüs gibi pandemik bir salgına dönüşen komünistler için Amerikalıların uydurduğu bir kısaltma sadece. O gün kapitalist bireyin ötekisi komilerdi; bugün sürekli form değiştiren ötekilerle kaynıyor ortalık. Duvarlarla çevrili bir tür kaleye dönüşen benlik, kendini ötekiden korumalı. Öteki her türlü kılığa girebilir ve kaleyi içeriden zaptedebilir. Uyanık olmalısınız.

SAKIN OLA NEŞELENMEYİN...
İçinize neşe, Dionysos kaçmış olabilir, kendinizden sürekli kuşkulanmalısınız. Alimallah dans etmeye başlayabilir, diğer bedenlere de bulaştırabilir ve toplumsal bir neşe dalgası pandemik bir salgına dönüştüğünde, keder ekip keder biçerek iktidarlarını pekiştiren despotları yerlerinden edebilirsiniz. O yüzden içinizde en küçük bir neşe kıpırtısı hissettiğinizde, kendinizi sorgulayın. En iyisi, kabuk bağlamış yaraya parmak sokarak kanatmayı denemektir; gerçek benliğinize ancak böyle ulaşabilirsiniz. Gerçek benliğiniz yaralarla dolu, her an kanamaya hazır. Şairin dediği gibi, “Hüzün ki en çok yakışandır bize”. O halde siz de size en çok yakışanı geçirmelisiniz sırtınıza, kederi; ve kederi her yere taşımalısınız. En yakınınızdakilerden bile kuşkulanın; çünkü düşman sırtına tanıdık bir üniforma geçirmiş olabilir. Kuşkucu Thomas da yanında durduğu İsa’dan şüphelenmiş ve gerçek olup olmadığını anlamak için göğsündeki yarasına sokuvermişti parmağını. Kabuk bağlamaya yüz tutmuş yaraları kanatın, kedere boğun yeryüzünü! Kederli varlıkların birbirine bulaştırdığı, güçsüzlüktür. Despot içimize yerleşmiş; durmadan kanatıyor yaralarımızı; olmadı, yeni yaralar açıyor. Sakın ola ki neşelenmeye kalkışmayın, kudretli varlıklara dönüşebilirsiniz.

NEŞELİ OLMAK SUÇ MU...
Despotun içimize yerleşmesi kolay olmadı. Önceleri yeryüzünün ruhu, yaşamı olumlayan, dansın, neşenin, esrimenin, şarabın tanrısı Dionysos sık sık bizi ele geçirir ve yeryüzüyle, yerin ruhuyla birleşme duygusu yaşardık. Sadece yeryüzüyle mi? Bedenlerin arasındaki görünmez duvarlar yıkılır ve hiyerarşik tabakaların arasına sıkışmış bedenler serbest kaldıklarında, aralarında doğrudan ilişki biçimleri icat eder, kudretli toplumsal bir beden yaratırlardı. Dansın ve karnavalın tarihi, bize bunları söylüyor (B. Ehrenreich, Sokaklarda Dans, Versus). Bedenleri kederli duygulanışlarla yavaş yavaş ele geçiren despot, sonunda Dionysos’u kovup içimize yerleşmeyi başardı. Dionysos şeytanlaştırılmıştı: “Dansın sözde lideri Satan, pan olarak tezahüründe olduğu gibi, bazen satirlerin eşliğinde, boynuzlar ve kuyrukla resmedilen Dionysos’a benzediği kadar hiç kimseye benzemez” (Ehrenreich). Neşelendiğiniz zaman kendinizi suçlu mu hissediyorsunuz? İçinize Dionysos, yerin ruhu kaçmıştır, yani şeytan. Despot şeytan çıkarma ritüelleriyle sizi iyileştirdiğinde tekrar kedere bürünebilirsiniz. “Dinsel bir akıl işleyişine sahip birçok insan, sanki neşeli olmanın bir suç olduğunu düşünüyor gibi hareket eder. Sürekli bir kasvet asılıdır yüzlerinde, en derin melankoli akıllarını kemirir” (Ehrenreich).

BİZİ ISIRAN YERYÜZÜDÜR
İçimizdeki despot bize en çok hüznü yakıştırıyor; yeryüzüyle, birbirimizle doğrudan bağlantı kurmamamız, birlikte halaya durmamamız için. En çok korktuğu, bedenlerin birlikte titreşmesidir. Halkların ortak bir ritimle salınması beton projelerini yıkabilir çünkü. O yüzden dansı bir hastalık olarak tanımlamıştır. 1997 gibi yakın tarihli bir makalede, ortaçağlardaki ‘Dans Etme Vebası’nın etiyolojisi tartışılıyordu (Ehrenreich). Tıp, Avrupa’da on beşinci yüzyıldan on yedinci yüzyıla kadar görülen bulaşıcı dans salgınını ya tarantula ısırmasına ya da çavdar üzerinde gelişen bir mantarın yol açtığı bir zehirlenmeye bağlamak istedi. Oysa bizi ısıran yeryüzüdür. Dionysos’un ısırığı bizi yeryüzüne ve birbirimize bağlıyor. Tıpkı keder gibi, neşe de bulaşıcıdır; iktidar neşeyi, yaşamı, yeryüzünü pek sevmiyor. Ötekileştirip şeytanlaştırdığı, yeryüzünün çokluğudur, yerin ruhudur, yaşama sevinci. Dionysos’un ısırığından hayat fışkırıyor.

1 Şubat 2020 Cumartesi

DEPLASE ÇAĞINDA HAKİKAT

El Greco, "Toledo'nun Manzarası ve Planı", 1608
RAHMİ ÖĞDÜL
31.01.2020

Yolun başındaki levha uyarıyor: “Yolda deplase çalışması var. Lütfen alternatif yolları kullanın.” “Deplase”, şık bir sözcük; Fransızcanın seçkin tınısı, hafriyatın çamurunu, tozunu, toprağını nezihleştirmeye yetiyor. Deplase: yer değiştirme, yerini değiştirme. Deplase yol çalışması; mevcut alt yapının yerinden çıkarılıp başka bir yere taşınması. Zorla yerinden yurdundan edilen insanlar için de kullanılıyor. Biyo-iktidarın eline düşmüş bir toplumda deplase çalışmaları hiç biter mi? Savaşlar ve iktidarın elinde bir savaşa dönüşen doğal felaketler durmadan bizleri deplase ederken, hâlâ Fransızcanın şık tınısını duyabiliyor musunuz? Yoksa kulaklarınızı tırmalayan bir sese mi dönüşüyor?

İnsan, gök ile yer arasında asılı kalmıştır; hümanizm manifestosu olarak bilinen Pico della Mirandola’nın 15. yüzyılda yazdığı metin böyle söylüyor. Ya kendini göksel bir imgeye göre tasarlayacak ya da yeryüzünün süfli bir yaratığına dönüşecek. Ve kendimizi göksel bir imgeye göre tasarlamaya karar verdiğimizde, tıpkı göklerin değişmeyen hakikati gibi kendimize değişmeyen bir yüz edindik ve bu yüzü bir mühür gibi her yere bastıkça yeryüzünü, yeryüzünün ekosistemlerini “deplase” ettik. Oysa yaklaşık 30 bin yıl öncesine dayanan ve Venüs olarak adlandırılan kadın heykelciklerinin yüzleri yoktur; göçebe insanların yüzleri, henüz yerin akışkan yüzünden ayrılmamıştı çünkü. Yerleştikçe dilimiz de yüzümüz gibi katılaşıp taşıllaştı. Yazı öncesi göçebe dilin taşıl kaydı var mı?

Yerleşiklerin kavramları da taşıllaşmıştır. Göksel imgeye göre anlamlar yüklediğimiz kavramları yeryüzünü sabitlemek için kullandık. Akışkan kuvvetlerin mekânı yeryüzünü, göksel kavramlara göre haritalandırmaya kalkıştıkça, yeryüzü haritalarımızı fay kırıklarıyla parçaladı. Akıllanmadık; yeryüzüne sığınmak yerine, yine gökyüzüne sığındık ve başımıza gelenleri, göksel ilahların bizi cezalandırması olarak düşündük. Oysa bir cezalandırıcı varsa şayet, bu göksel değil, yerseldir; yeryüzünün içkin kuvvetleri. Deprem bir cezalandırıcısıysa şayet, kendinizi göksel bir haritaya göre akışkan bir düzleme yerleştirmenizi cezalandırıyordur; akılsızlığımızı. Deprem, göklere yerleştirip taşlaştırdığınız kavramlarınızı paramparça ediyor. Darwin bunu 1835’de bizzat yaşadığı bir deprem sırasında kavramıştı: “Kötü bir deprem en köklü kavramları alt üst edebiliyor. Sağlamlığın simgesi olan toprak, tıpkı bir sıvı üzerinde yüzen bir kabuk gibi ayaklarımızın altından kaydı” (A. Moorehead, Darwin, YKY).

Sadece kavramlarımızı mı? Göksel bir imgeye göre inşa ettiğimiz ve yeryüzüne bir mühür gibi bastığımız yüzlerimizi de. Deprem, mülkiyet göstergeleri mühürleri, fay hatlarıyla tam orta yerinden kırabiliyor. Kırılan, kalın duvarlarla kendilerini yeryüzünden ayıran öznelerdir. Kristeva’nın “abject” ya da iğrenç dediği, bizi yeryüzüyle ilişkilendiren bedensel sıvılarımız. Biz yerleşikler, yeryüzünü akışkan yapısıyla iğrenç bir nesneye dönüştürdüğümüzde, yeryüzünün “iğrenç” bakışından korunmak için, Lacan’ın tabiriyle “imge perdesi” üzerinde yeryüzünün evcil imgelerini, temsillerini ürettik. Ve temsillerden kendimize bir kozmoz yarattık. Bizi temsillerin içine kapatan, göklerde keşfettiğimiz kozmozdur. Kutsal bir düzen fikri, bize göklerden geldi. Düzen aşkıyla durmadan gökleri gözlerken, yeryüzünü göremedik. Bugün de aynı hatayı yapıyoruz. Bugün göklerin yerini medya almıştır. Hakikat sonrası bir çağda yalanları, meşruiyetini göklerden alan tanrı-kralın egemenliğindeki medya üretiyor.

Tanrı-krallar yeryüzünü göksel bir plana göre durmadan kodluyor. Ve medya, başımıza ne geliyorsa göklerden geldiğini söylüyor, teslim olmanız ve boyun eğmeniz gerek. Yalan! Başımıza ne geliyorsa yeryüzünden geliyor; yeryüzünde yaşamayı bilmememizden; ya da işin kolayına kaçıp göksel plana sığınmamızdan. Ve yeryüzünün göçebe kuvvetleri despotun kodlarını yerle bir ettiğinde kendimizi güçsüz, yersiz yurtsuz hissedip tekrar despota sığınıyoruz. Ve despot bizi “deplase” ederken, bir kez daha göksel plana göre kodluyor. Alternatif yollar yeryüzündedir, icat edilmeyi bekliyorlar. Hakikat sonrası bir çağda hakikati ve hakikatle birlikte güçlenmeyi mi arzuluyorsunuz? Göklere değil, yeryüzüne bakın, yeryüzünün göçebe kuvvetlerine! Onlar bize hakikati söylüyor.

GÜZELLİK Mİ ÇİRKİNLİK Mİ?

RAHMİ ÖĞDÜL
24.01.2020

Merkez ile kıyı arasındaki gerilimin eski tadı yok. Ne güzellik, kıyıların çalkantılı sularından doğacak ne de herkesin üzerinde anlaşacağı bir güzellik var. Üzerinde anlaşamayacağımız güzelliğin kıyının çalkantılı sularından doğmasını beklemeyin boş yere. Biz merkezdekiler, merkezin kodlarıyla elleri kolları bağlanmışlar, kurtuluşun kıyıdan geleceğini, merkezi ele geçirip güzelleştireceğini umuyoruz. Oysa kıyıdan kopup gelen fırtına, içeriye girdiğinde çok geçmeden evcilleştirilip despotun makinesinin dişlilerini döndüren enerjiye dönüştürülüyor. Rüzgâr enerjisi şirketinin reklam filmi, “Wind-man”deki gibi filmin sonunda şirket rüzgârı kendi elemanı yaptığında tüm potansiyellerini ele geçirdiğini ilan edebiliyor. Fırtına kopacaksa kıyıdan değil, merkezden kopacak; hepimiz potansiyelleri ele geçirilmiş fırtınalar değil miyiz? İçimizin kıvrımlarında hâlâ deli rüzgârlar dolaşıyor ama hayat gailesi yok mu? Sonunda yolumuz mutlaka şirketlerin kapısına düşüyor. Ve içeri girdiğimizde, bir zamanların deli fırtınalarına tanıdık, evcil gömlekler giydiriyorlar. Güzelleşiyoruz.

İktidarın güzellik dediği ele geçirip evcilleştirdiği, belirli bir forma soktuğu fırtınalardır. Güzel insanlarız, uyumlu. Güzellik dedikleri, kanonik güzelliktir; bütün ile uyumlu, simetrik olanın güzelliği. Bütünün simetrisini bozuyorsanız, ayrık duruyorsanız, uyumsuzsunuz demek ki. Uyumsuz parçaların bütün ile uyumlu hale getirilmeleri için kapatma kurumları var. Uyumsuz olanları önce patolojikleştirip hasta ya da suçlu ilan ediyor, sonra da kapatıyorlar. Yirminci yüzyılın başında sanat eleştirmeni, hekim Max Nordau modernistlerin ürettikleri yapıtları, sanatçıların bedenleri üzerinden yargılıyordu. Örneğin Nordau’ya göre heykeltıraş Rodin’in ürettiği formların çirkinliği, sanatçının beynindeki bir hastalıktan kaynaklanıyordu; güya beyninin medulla oblongata bölgesi çürümüştü ya da Monet göz titremesinden mustarip hastalıklı bir bedendi. Sadece bedenlerimiz değil, ürettiklerimiz de despotun kanonik bütünüyle uyuşmuyorsa çirkinsiniz, ucubesiniz. İktidar çirkinliğe tahammül edemiyor.

Oysa bütünle simetrik, uyumlu gözüksek de içimizde hâlâ kıyının deli dalgaları var; kadastrocunun başının belası dalgalar. Despotun kadastrocusu bedenlere sınırlar çiziyor ve bedenleri mülkiyet ilişkilerine göre sınıflandırıyor. Ama dalgalar, “bendini çiğneyip aşan” dalgalar yok mu? Su ile toprak arasındaki sürüp giden mücadelede yenik düşen despot ve kadastrocusu olacak, biz değil. Mitolojiye göre zaten biz su ile toprağın karışımından doğduk, balçıktan. Ve bedenler bünyelerinde hâlâ dalgaların kudretini taşıyor ve dalgalar karşılarına çıkan beton kalıpları parçalayacak. “Hangi şaşkın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!” Ya da hangi şaşkın beni beton kalıpların içine kapatıp seyretmeye doyamadığı bir güzellik yaratacak? Despot tabi ki. “Despot her şeyi üst-kodlayan emperyal makinesini, bürokrasi ve büyük projeleri yöneten ve çalışmayı kendine mal eden yönetimiyle birlikte ilkel kırsal topluluklar üzerinde kurar (... her kısmın ve her işlevin bütüne göre sınırlandığı ve belirlendiği canlı, egemen bir çark” (Deleuze, Issız Ada, Bağlam).

Merkez ya da despot, kıyıdaki fırtınaları, deli dalgaları bünyesine kattıkça güçleneceğini sanıyor, ama bünyesine kattığı sadece formlardır; bütün ile uyumlu formlar. Ve her form, içinde henüz forma bürünmemiş ve forma bürünmeleriyle birlikte despotun mevcut formlar düzenini yıkacak kuvvetler barındırıyor: Göçebe kuvvetler. Deli gömleklerinin içindeki deli dalgalar. Göçebenin hareket eden biri olduğunu düşünmeyin; “oldukları yerde yolculuk edenler vardır” (Deleuze); oldukları yerde despotun kodlarından kurtulanlar. Göçebeler, göçmenlerden farklıdır. Göçmenler mecburen yer değiştiren, bir devlet aygıtından bir başkasına girebilenlerdir. Göçebeler ise, despotun, devletin yakalama aygıtından sürekli kaçanlar. Her beden bir dalgadır; göçebe kuvvet. Asıl sorun, “düşünceyi bir savaş makinesine dönüştürmek, düşünceyi göçebe bir güç haline getirmek”tir (Deleuze). Düşünmemiz bile yeterli, göçebeleşmemiz ise an meselesi. Son bir soru: Güzellik mi, çirkinlik mi?