21 Haziran 2020 Pazar

KARTON YURTTAŞ KAMPANYASI

RAHMİ ÖĞDÜL
19.06.2020
Yokuz aslında. Kâğıt üzerinde varız; resmi kayıtlarda, kimlik kartlarında numara ve biyometri olarak. Sağ olsun kulüp yetkilileri, bu ontolojik sorunu çözmek için kampanya başlattılar ve karton maketlerimiz tribünlere yerleştirilince sonunda kamusal mekânda görünür olduk. Üstelik kartonun kalınlığından dolayı boyutumuz arttı, derinleştik, üçüncü boyuta geçtik. Ama hâlâ zaman denilen dördüncü boyutumuz eksik. Tabii, her şey birden olmuyor, zamanla o da olur inşallah. Şimdilik zaman boyutumuz olmadığı için bizleri taşıyıp diledikleri yere yerleştirdiklerinde öylece kalabilme yeteneğimiz var. Buna yetenek mi demek gerek, bilemedim. Çünkü yeryüzünün canlılarında böyle bir yetenek yok; bir tek bizde var. Onlar etkileyen ve etkilenen bedenler olarak yaşadıkları ortamın uyaranlarına tepki verebiliyorlar. Bitkiler bile durdurdukları yerde duramıyor. “Ama kimi hayvanlarda hibernasyon var”, diyeceksiniz, ayılarda da görülen kış uykusu. Kaç mevsim geçti, hâlâ uyanamadık; uyanacağımız da yok. Buna kış uykusu değil, üzerine ölü toprağı serpilmiş denir. Ölü taklidi yapa yapa sonunda yaşamayı unuttuk.
Karton maketlerin üzerindeki fotoğraflarda yaşıyoruz şimdi. “Ölümü hatırlatan ne var bu resimde? Oysa hayattayız hepimiz” (M.C. Anday). Tuhaf gerçekten, görünüşe bakılırsa hayattayız, ama fotoğraflarda hiç olmadığı kadar net çıkıyoruz. Victoria döneminde ölüler fotoğraflarda, birlikte poz verdikleri canlılardan çok daha net çıkıyorlardı. 19’uncu yüzyıl İngiltere’sinde, yakınlarını kaybeden aileler, ölen yakınlarıyla birlikte uzun pozlama süresi gerektiren kameraların önünde poz veriyorlardı. Poz vermeyi en iyi becerenler ölülerdi tabii ve fotoğraflarda en net çıkanlar da onlar. En iyi taraftar, en iyi resim veren taraftardır; kımıldamadan öylece duran, sesini çıkarmayan. Seyirci dediğin, yerini bilmeli. Yoksa tribünlere oynayan iktidar, bu kadar rahat oynayabilir mi? Bir de karton taraftar çok kullanışlı; sınıflandırması, istiflemesi, taşıması kolay. Araçlara yükleyip toplantı yapacağınız alanlara kolaylıkla yerleştirebilirsiniz. Pandemi yerini pan-despotik koşullara bırakınca zaten canlısına da gerek kalmadı.
Galiba en iyi becerdiğimiz şey, poz vermek. Sosyal medyanın yassı, iki boyutlu yüzeyine tutunma, bu yüzeyde var olabilme çabalarından biliyorum. Ekranlardan hayata taşıyor; estetize edilmiş ölü nesneler olarak poz veriyoruz durmadan. Oysa biz bu dünyaya özneler olarak gelmiştik ya da en azından bize öyle söylemişlerdi: “Dünyaya nesnelerin dilinden anlamak, onların özünde yatan anlamı çözmek kaygısıyla ve hayatın sırrına ulaşmak arzusuyla dopdolu bir özne olarak geldim ve talihsizliğe bakın ki, keşfede ede, öteki nesneler arasında bir nesne olduğumu keşfettim sonunda” (Fanon, Siyah Deri Beyaz Maskeler, Sosyalist Yayınları). Bir siyah olarak Fanon’un beyazların dünyasında kendini bir nesne olarak keşfetmesi, ikili karşıtlıklar dünyasında bizlerin de sürekli keşfettiği bir şeydir.
Etkin olanın kendini gerçekleştirmek için mutlaka edilgin olanın nesne-varlığına ihtiyaç duyduğu, etkin olanın edilgin olanı biçimlendirdiği ikili karşıtlıklar dünyasında, kendinizi her zaman bir başkasının anlam ağlarında asılı kalmış ölü bir nesne olarak bulabilirsiniz. Çünkü evrensel anlatı, ikili karşıtlığa dayanıyor. Ve bu anlam dünyasının hiyerarşik düzeninde, mutlaka birilerini alta yerleştirmek ve alttakilerin üstüne basa basa yükselmek gerek. Haliyle alttakiler de, üstte olanlara boyun eğerek daha üstün bir bütüne tabi olmak istiyor. Aynı zamanda bu, genelgeçer düşünme biçimi: tikel olandan genele doğru ilerlemek. Böyle bir düzende her tikelin, geneli temsil eden despota boyun eğmesi bekleniyor. Bilinç dediğimiz tam da bu işte: “Bilinç, ancak bir bütün kendini daha üstün bir bütüne tabi kılmak istediğinde ortaya çıkar... Bilinç, bizim uzantısı olabileceğimiz varlığa bağlı olarak doğar, bizi bu varlığa dâhil eden araçtır” (Nietzsche). Dünyaya nesnelerin dilinden anlamak, hayatın sırrına ermek için gelmiş bilinçli öznenin sonunda kendini kartondan ölü bir nesne olarak bulması, özne-nesne karşıtlığına dayalı bir dünyada kaçınılmazdır. Bu daha bir şey değil, başımıza kim bilir neler gelecek?

15 Haziran 2020 Pazartesi

BİRİ ŞU IŞIĞI KAPATSIN!

RAHMİ ÖĞDÜL
12.06.2020
Dünyadaki ilk gecemizdi. “‘Işık olsun’ dedi ve ışık oldu”. Şişhane’deki avizeciler durur mu? Işığı cam kristallerin çokgen yüzeylerinde çoğaltarak şehrin tüm kuytu köşelerine yaydılar. Gecemiz gündüz oldu. Sadece gecemizi yitirmedik, düşlerimizi de. Kimsenin aklına kalkıp ışığı kapatmak gelmiyor. O günden beri her şeyimiz gün gibi ortada. “Olmuş olan yine olacak. Güneşin altında yeni bir şey yok.” Hayal gücümüz, olmuş olanın yine olduğu, aynı olanın hep geri döndüğü kısır döngüde asılı kaldı. İmgelemimiz kurudu. Bir zamanlar gecenin karanlığında büyüttüğümüz asi düşlerimiz şimdi tezgâhlarda üç kuruşa satılıyor. Işık altında kurduğumuz hayaller ise kuru gıda reyonlarında alıcı buluyor. Gizlimiz saklımızın kalmadı, karanlığımızı yitirdik. Hayal gücü karanlıkta filizlenir oysa ve yeni bir dünyanın tohumlarını taşır bağrında. Kaosun karanlık hayalleri olmasaydı, kozmos asla olmazdı. Işığın altında yeni bir şey yok, olmayacak da. Biri kapatsın artık şu ışığı!
Işığın altında hiçbir şey şaşırtmıyor bizi; her şey çok tanıdık. Nesneler, sabit nitelikleriyle karşımızda öylece durdukça biz, özneler de öylece duruyoruz. Bizi yerimizden eden ve düşündürten şey, aşina olmadığımız bir şeydir. Dile getiremediğimiz, dolayısıyla dile getirebilmek için mevcut formları eğip bükerek yeni ifade formları yaratmak zorunda kaldığımız bir şey. Karanlık, tanıdık nesneleri bile tekinsizleştiriyor. Gece ne büyük bir sanatçı; hazır-nesnelerle çalışıyor. Gün ışığından aşina olduğunuz bir nesneyi gece bağlamından çıkarıp karanlığının içine yerleştirdiğinde, artık o tanıdık bir varlık değildir, değişmiştir. Işık varlığın alanıysa, karanlık oluşun alanıdır. Karanlıkta nesneler, şekil ve kimlik değiştirip başkalaşıyor ve şaşırtıyorlar bizi; yüreğimiz hopluyor. Gregor Samsa, bir sabah uyandığında sırt üstü yatmış bir hamam böceği olarak bulmuştu kendini. Ne olduysa, gece olmuştur.
Karanlığın içinde henüz biçime bürünmemiş gizil güçler yatıyor. Ve yeni bir dünya bir tohum gibi karanlığın içinde doğum anını bekliyor. Farkında değiliz ama karnımız burnumuzda; ha doğurduk ha doğuracağız. Ikınmamız gerekiyor, yoksa dünya yine ölü doğacak ve ışığın altında her zamanki gibi zulüm ve katliamlar olacak. Yaşanası bir dünyayı doğuracaksak biz doğuracağız, ellerimizle. Ve dünya da bizi doğuracak, hiç olmadığı kadar kudretli bedenlerimiz olacak. Işık gözümüzü alıyor; doğmakta olanı fark edemiyoruz. Kapatalım artık şu ışığı ya da gözümüzü hiç ayırmadan dosdoğru ışığa bakalım, körleşene dek. Yoksa mevcut dünya yine kana bulanacak.
Kurt adam hikâyelerini bilirsiniz, hayvan-oluşlar. Gece, hele bir de dolunay varsa, güneş ışığında köseleleşmiş teniniz şamanın davulu gibi gerginleşir; algılanamaz titreşimleri bile duyumsar hale gelmiştir; hayvani duyumsama gücü. Dünyanın öbür ucunda bir kelebek kanat çırpsa, tüyleriniz diken diken olur, ruhunuzda fırtınalar kopar. Işık altında bedeniniz, belirli işlevlerin belirli bölgelerle sınırlandırıldığı, haritalandırılmış bir arazidir. Oysa karanlıkta, harita silinmiş ve bedeniniz arzunun sınırsız göçebe mekânına dönüşmüştür. Artık neresinin masum bir dokunuşa, neresinin erotik bir hazza yol açacağını kestiremezsiniz. Tepeden tırnağa yeryüzü olmuşsunuzdur. Yeryüzünün, henüz biçimlenmemiş göçebe kuvvetleri dolaşır teninizde. İçine hapsolduğunuz kimliğiniz silinir. Söndürelim ışıkları, yoksa kimlikler bizi öldürecek. Maddeye gömülelim.
Madde karanlıktır; aklın hakikatine direnir. Despotik aklın hakikat dediği, göklerden devşirdiği ve maddeye giydirdiği ışıklı deli gömlekleridir. Bizim hakikatimiz ise yeryüzünün maddesine gömülü; henüz karanlıkta kalsa da doğduğunda despotik formlar düzenini alaşağı edecek. Bedeninizdeki karanlık maddenin nabız atışlarını işitiyor musunuz? İşitmek için ışığı kapatmanız gerek. Nabız atışları, gelmekte olanın ritmidir. “Maddenin özünde karanlık bir bitki örtüsü biter; maddenin karanlığında kara çiçekler açar. Yumuşaklıkları ve kokularının formülü önceden mevcuttur onlarda” (Gaston Bachelard, Su ve Düşler, YKY). Peki, çiçeklerin kokusunu duyuyor musunuz? Zannetmiyorum. Güneşin altında çürümekte olanın leş kokusu, hayatın tüm kokularını bastırıyor.

5 Haziran 2020 Cuma

VE DÜNYA KÜLLERİNDEN YENİDEN DOĞAR

RAHMİ ÖĞDÜL
05.06.2020
Havada süzülebiliyoruz. Kanatlarımız var, ama sadece havada asılı kalmaya yarıyorlar. Kanat çırpmayalı çok oldu. Kullanılmadıkları için dumura uğradılar, geriye güdük çıkıntılar kaldı. Havada asılı kalanlardan biri, “çırpamasak da hiç değilse kanatlarımız var” diye içinden geçiriyor. Bir diğeri, “ya olmasalardı, alimallah yere çakılırdık” diye şükrediyor. Düştüklerinin farkında değiller. Şimdilik her şey yolunda. Mathieu Kassovitz’in 1995 tarihli La Haine filminin açılışındaki 50’nci kattan düşen adamın hikâyesine benziyor bizim hikâyemiz. Her katta kendini rahatlatmak için, “buraya kadar her şey yolunda” diyen adamın. Giderek irtifa kaybediyoruz ve yere çakılmamıza az kaldı. Filmin açılışında uzayın derinliklerinden yerküreye doğru yaklaşan bir Molotof kokteyli dünyaya çarptığında, yerküre ateş topuna dönüşür. Dış ses: “Önemli olan düşüş değil, yere iniştir.”
Yere iniş Minneapolis’te gerçekleşti. George Floyd’un çırpamadığı siyahî kanatları bir işe yaramadı ve yere çakıldı. Boğazına basarak soluğunu kesen polis, “nefes alamıyorum” feryatlarını işitmedi bile. Ve Floyd’un düştüğü şehir ateş topuna dönüştü. Müslüm Gürses söylemişti: “Yakarsa dünyayı garipler yakar”. Garip; kimsesiz, zavallı, biçare, yoksul, düşkün, tuhaf anlamlarını taşısa da, yabancı anlamına gelen Arapça kökenli bir sözcük. Nişanyan Sözlük, fiil hali olan “garaba”nın, “ayrıldı, uzaklaştı, yola gitti” anlamlarına geldiğini belirtiyor. Garip, memleketinden ayrılan ve gittiği her yerde hep yabancı olandır. Yabandan gelmiştir ve yabanın karanlığı bedenine sinmiştir. O yüzden gariplerin rengi siyahtır. Yerlerinden koparılıp köleleştirilenlerin, kentlerin emek pazarlarında bedenlerini üç kuruşa satmak zorunda kalanların, sömürülenlerin tenleri hep siyahtır.
Siyah, kendilerine beyaz rengi layık gören yerleşiklerin, yabancılara, göçmenlere baktıklarında gördükleri renktir. Yerleşiklerin saflığını bozacak kir lekeleri. Gariplere asla beyaz renk yakıştırılmaz. Beyazlaşabilirler; ama beyazların gözünde gariplerin beyazlaşması, üzerine kat kat beyaz boya sürseniz bile duvardaki siyah lekenin bir süre sonra yüzeye çıkması gibidir; hep lekeli. Kendilerini yerleşik değerlerle, yasa koyucunun beyaz normlarıyla, yasalarıyla tanımlayanlar, yabancının siyah bedenine muhtaçlar. Çünkü beyaz olduklarını kanıtlamak için siyah renk gerekli. Garipler temizlik malzemesi gibidir, onlarla arındırırlar kendilerini. Despot ne zaman saflıktan söz edip evde temizliği başlatsa, hane halkı gariplerden işe başlar. Etnik, cinsel ya da dinsel temizliğe kalkışanlar, gariplerin kanıyla temizlerler kendi kirlerini. O yüzden beyaza en çok yakışan renk, kan kırmızısıdır.
Garip, sadece dışarıdan, yabandan gelen değildir. İnsan, yerinden ayrılmadan da garipleşebilir. Yüzyıllardır farklılıklarına rağmen aynı topraklarda yaşayanlar, yasa koyucunun beyaz yasalarıyla birden, homojen kütlenin içinde göze batan siyah lekelere dönüşebilirler. Memleketi insanı terk etmiştir. Bir zamanlar, birbirine karışmış alacalı bulacalı renkleriyle coğrafyayı ebruli bir yüzeye dönüştürenler, dünyayı sadece siyah ve beyaz gören yasa koyucunun gözünde pisliklerdir. O yüzden gökkuşağı yasa dışı ilan edildi. Ve liberal rüzgârların etkisiyle havalanmış garipler, çırpamadıkları güdük kanatlarıyla havada asılı kaldılar şimdi. Hava esmiyor. Eski güzel günlerin esintilerini hatırlayanlar, hâlâ hak ihlallerinden bahsedebiliyor. Oysa süzüle süzüle düşüyoruz. Güdük kanatlarımız sadece düşüşümüzü geciktiriyor. Nefesimiz kesiliyor, soluk alamıyoruz. Havada asılı kalanlardan biri, “buraya kadar her şey yolunda” diyor; bir diğeri ise, “önemli olan düşüş değil, yere iniştir”. Bence de. Yere iniş, cennetten kovuldukları halde, hâlâ kendilerini cennette sananların yeryüzüne ayak basmaları ve bedenleşmeleridir. Pessoa “asla gerçekleşmiyoruz” diye not düşmüş Huzursuzluğun Kitabı’na (Can). Havada asılı kaldığımız sürece asla gerçekleşmeyeceğiz de. Despotların siyah-beyaz dünyasını yakarsa, ayakları yeryüzüne basmış garipler yakar. Ve dünya küllerinden yeniden doğar. Zümrüdüanka kuşununki gibi çırpabileceğimiz geniş kanatlarımız olur ve kanatlarımızda da yeryüzünün ebruli ve asi renkleri.