9 Ağustos 2020 Pazar

KÜLTÜR YIĞINI VE YIĞIN KÜLTÜRÜ

RAHMİ ÖĞDÜL

31.07.2020

Kültür, insanın ürettiği her şeyi kapsıyorsa, o hâlde hiçbir şey atılmamalı, üretilen her şey kültür nesnesi olarak kutuların, dolapların içinde saklanmalıydı. Kendi ürettiklerinin ürünü olan insanın ürünlerini ve dolayısıyla kendisini biriktirmesinden daha kültürel bir şey olamazdı elbet. İnsanlar kendilerini biriktirmek için arşivler, kütüphaneler, müzeler inşa ettiler. Biriktirilenler mevcut binaların içine sığmaz olunca, başka işlevler için kullanılan binalar boşaltılıp nesnelerin depolandığı kültür evlerine dönüştürüldü. Önceleri nesneler, çeşitli ölçütlere göre tasnif edilip ait oldukları kutulara, sonra da raflara yerleştiriliyordu. Baş edilmeyecek kadar çoğaldıklarında, binaların içindeki boşluklara gelişigüzel yığıldılar. Gündelik hayatın içinde dolaşıma giren ve hızla çıkan geçici nesneleri bile kültür ürünleri olarak saklamak zorunda hissediyorlardı. Binalara sığmayan nesne yığınlarının sokaklara taştıkları görüldü. Rüzgârlar, kaldırımlarda biriken nesneleri kentin boşluklarına sürüklediğinde, insanlar hareket edebilecekleri, kendilerini gerçekleştirecekleri hiçbir boşluğun kalmadığını fark ettiler. Nesneler, konut ve binaları, sokak ve meydanları tamamen kaplamıştı; yaşadıkları kenti terk etmek zorunda kaldılar. Şimdi surların dışından kente baktıklarında, devasa bir çöp yığını gibi kenti tümüyle kaplayan nesnelerden oluşmuş bir dağ görüyorlar. Calvino olsaydı, “Ersilia kenti hâlâ odur, kendileri ise bir hiç” derdi (Görünmez Kentler).

Ürettiğimiz nesneler belleğimizin cisimleşmiş hâlleridir. Fakat insan çöp ile belleği ayırt edemiyor artık. Kültür nesnesi olarak biriktirdiği ne varsa hızla çöpe dönüşüyor, nesneleri ile birlikte kendisi de. Yarattığı, dolayısıyla kendini yarattığı, ama artık içine giremediği kültür yığınından kovulmuş hissediyor şimdi. Kentin içinde çöp yığınları gibi biriken kültür nesnelerini uzaktan seyretmek zorunda. Okunmamış kitapların, izlenmemiş filmlerin, gidilmemiş sergi ve müzelerin, kısacık ömründe altından kalkamayacağı çokluktaki belgelerin varlığı karşısında ezilip hiçleşti. Kentten kovuldu, ama doğaya da dönemiyor. Ürettiği nesnelerle doğadan kopan insan, nesnelerini terk edip doğaya dönmek istediğinde, kendi kültürünün bir karikatürüne dönüşüyor; komik bir öğeye. Böylelerine, popüler kültürde mandıra filozofu deniliyor.

Ya da iktidarın, tarihin çöplüğünü eşeleyip kendi soyağacı kurmacasını inşa etmek üzere bulup çıkardığı nesnelerle sahne tasarımları yaratmasına ve bu sahne tasarımlarında ezilenlerin de kendilerine giydirilen komik kostümlerle yer almalarına katıla katıla gülebilirsiniz. Ama kahkahalarınız çok geçmeden çığlığa dönüşebilir. Sahnelenen oyunlara, nedense iktidarın en fazla ezdikleri severek ve inanarak katılıyor. İktidarın şiddetine maruz kalarak biçimlerini yitirenleri iktidar, komik de olsa bir biçime soktuğunda, iktidar biçimleri olarak sizi ezmeye kalkışacaklar ve komik olan, trajikomiğe dönüşecektir. Ve rahat koltuklarımızda gülerek izlediğimiz komedi, seyirci koltuklarına şiddet olarak geri döndüğünde artık pek gülecek halimiz kalmamıştır. Sanıldığının aksine, sanal ortamın içine tamamen gömülü olanlar Z kuşağı değildir; ezilenlerin kurmacayı gerçek gibi algıladıklarını daha önce TV dizilerinden biliyoruz. Z kuşağı online ile offline arasında geçiş yapabilirken, ezilenler iktidarın sahnelediği kurmacaların içine tamamen gömülmüşlerdir. Sinemanın kötü adamı Erol Taş, ezilenlerden az dayak yememişti. Ezilenler gerçek hedeflerini hep ıskalıyor.

“İnsan kültür birikimini bir bütün olarak korur, hatta bu birikimin değeri baş döndürücü şekilde çoğalır. Ama insan, bu birikimden eylem ve kurtuluşunun ölçütünü çıkarma olanağını yitirir” (Agamben, İçeriksiz Adam, Monokl). Dağ gibi yükselen kültür yığınının içine giremediği için geçmiş ile bağlantısını koparan insan, iktidarın kendini meşrulaştırmak için tarihin çöplüğünden bulup çıkardığı nesnelerle tasarladığı sahneleri kendi gerçeği sanıyor. Geçmişi şimdiye ve geleceğe aktaramadığı için kültür, insanın özgürleşmesi önünde bir engele dönüştü. Surların dışındaki insan yığını, sırtı doğaya, yüzü kültür yığınına dönük öylece duruyor. Setin kenarında figüran olarak çağrılmayı bekliyor.

RES PUBICA: KAMUSAL ALAN EDEP YERİ Mİ?

RAHMİ ÖĞDÜL

07.08.2020

Protagoras’ın “insan her şeyin ölçüsüdür” deyişini küçük bir ekleme yaparak düzeltmek gerekecek: İnsanın bedeni her şeyin ölçüsüdür. Sayısal, soyut bir ölçü sistemi icat etmeden önce de insan, yaşadığı yeri doğrudan bedeni aracılığıyla ölçebiliyordu. Ayak, adım, parmak, kulaç, karış gibi uzuvlarını kullanarak elde ettiği ölçü birimleriyle yaşadığı yeri, bedenine uygun bir ölçü mekânı haline getirmiştir. Analog ortamdan dijital ortama geçilse de bedensel ölçü birimi olan parmak, dijital sözcüğünde hâlen yaşamaya devam ediyor (Latince digitus parmak demek). Beden sadece mekânı ölçmek için kullanılmamış, yerleşilen mekân bölümlere ayrılırken, yine bedenin işlevsel bölümlenmesi ölçü alınmıştır. Yani, önce beden bir mekân olarak bölümlere ayrılmış, sonra toplumsal mekân bu bölümlere göre düzenlenmiştir. Konutların planı, bedenin mekânsal bölümlerini yansıtır; oturma odası, yatak odası, tuvalet, mutfak gibi bölümler bedensel işlevlere göre tanımlanmıştır. O hâlde ilk önce mekânlaşan bedendir ve bedenin mekânsal düzenlenmesi toplumsal mekânların kuruluşunu öncelemiştir. Beden her şeyin ölçüsüdür.

Hangi beden? Erkek bedeni mi yoksa kadın bedeni mi diye sorabilirsiniz. Bize öyle öğretildi çünkü. Beden, ilk önce erkek ve dişi olarak mekânlara ayrıldı. Ve iktidar bedeni mekânsallaştırırken yerli yurtlu hale getirmiş, bedeni sabit yer ve işlevleri olan organlarla donatmıştır. Oysa bedeni oluşturan organlar göçebeleşmeye eğilimlidir ve göçebeleştiklerinde bedeni kolay kolay erkek ya da dişi diye sınıflandıramazsınız. Yerleşik hâle getirilip mekâna kapatılan beden, organların hapishanesidir. İktidar bedeni kapatmak ve organlarını bir mekânın içine yerleştirmek zorundadır; iktidarını bedenlerin üzerinde kuruyor çünkü. Erkek ve dişi bedensel mekânların toplumsal mekândaki karşılılıkları, kamusal mekân ve özel mekândır. Söylemeye bile gerek yok, iktidar erkektir; her şeyin ölçüsü insanın değil, erkeğin bedenidir. Erkek, kamusal mekânı kendine ayırmış ve kendi bedenine göre tasarlanmıştır. Le Corbusier’in “Modulor Adam”ı ya da Leonardo’nun “Vitriviusçu Adam”ı, fark etmiyor. Vitrivius’un erkeği kare ve çember olarak idealleştirilen mekânın tam ortasına yerleşmiş, üstelik kol ve bacaklarını açarak kamusal mekânı tümüyle kaplamıştır. Bu adam, toplu taşıma araçlarında sık sık karşılaşılan erkeğin mekânı kaplama biçiminin sanattaki karşılığıdır.

Erkeğin bedeni antropometriktir. Kamusal ve özel mekânların ayrımında, ölçü birimi olarak bu kez cinsel organını kullanmış, mekânları cinsel organlara göre tasarlamıştır. Dişi üreme organı, erkeğin mülkü olarak özel mekâna yerleştirilirken, erkek cinsel organları, kamusal mekânda rahatça dolaşabilir, birbirleriyle konuşabilir, kamu meselelerini tartışıp kamu adına kararlar alabilirler. Roma hukukuna göre kamusal mekânı özel mekândan ayıran, evin sokağa açılan kapısının eşik çizgisidir. Tohumlarını yetiştireceği bir arazi olarak mülkiyetine geçirdiği kadın bedeni kamusal mekâna çıktığında örtünmek zorundadır. Eşik çizgisinin kadın bedenindeki muadili giysidir, giysinin ten ile oluşturduğu çizgi. Bedeninin neresini ve ne kadarını kamusal mekânda açabileceğine erkek karar verir. Erkek ise Antik Yunan’da olduğu gibi bugün çırılçıplak dolaşamasa da kamusal mekânı fallik temsillerle donatmış ve kendi cinselliğini anıtlaştırmıştır. Ve erkek, cinsel organıyla silahlanmıştır. Eski dilde silah anlamına gelen bir sözcük erkeğin cinsel organını adlandırmak için kullanılmaktadır.

İngilizcede ‘public’ ile ‘pubic’ sözcükleri akrabadır; biri kamusal, diğeri ise genital bölge, yani edep yeri demek. Bugün tüm nüfusu ilgilendirdiğini düşündüğümüz, Romalıların ‘Res publica’ dedikleri kamu meseleleri, başlangıçta pubik kılları çıkmış, dolayısıyla cinsel bakımdan olgunlaşmış, ergin, silah altına alınan erkeklerin meselesiydi sadece (Raymond Geuss, Kamusal Şeyler, Özel Şeyler, YKY). Kamusal alan görünürde demokratikleşse de hâlen cinsel organlarını silah gibi taşıyan erkeklerin tartıştığı, bedenler hakkında kararlar aldığı bir alandır. Şöyle de söylenebilir: Kadının pubik bölgesi erkeğin mülkü olarak özel mekâna kapatılmış, erkeğinki kamusal alan olarak açılmıştır: Res pubica.