27 Eylül 2019 Cuma

CENNET AYAKLARIMIZIN ALTINDA!

Pieter Brueghel, "Köy Düğünü", 1567

"Göksel Merdiven", Azize Katherina Manastırı, Sina, Mısır, 12. yy.
RAHMİ ÖĞDÜL
27.09.2019

Masanın etrafında toplandık; üzerinde çeşitli mezeler, ara sıcaklar geliyor arada ve tabi ki içiyoruz. Kadehlerimizi, yaşadıklarımıza ve yaşayacaklarımıza kaldırıyoruz. Ama kimi kadehlerin birbirine dokunmadığını fark ettik. Masanın biçimi toplumsal mesafe dayatıyor. Dikdörtgen masanın kısa kenarlarında oturanlar, uzun kenardakilere nazaran daha az toplumsallaşıyor. Ama sorun değil, yer değiştiriyoruz. Yer değiştirdikçe toplumsal peyzajımız değişiyor, uzak olanlar yakınlaşıyor ve birbirimize dokunabiliyoruz, kadehlerimiz de. Ve kadehlerimizdeki sıvılar aramızdaki buzları çözüyor; birbirimizin içinde eriyoruz.

Masa aynı masa; ama bu sefer bırakın birbirimizin içinde erimeyi, birbirimize dokunamıyoruz bile. Her beden kendi konturları içine kapatılmış. Ve yerlerimiz toplumsal hiyerarşiyi gösteriyor. Yerinizi değiştirmeniz mümkün değil, çünkü protokole göre belirlenmiş. Lider baş köşede; kolları, hemen sağında ve solunda oturuyor. Ve masanın başı ile aralarındaki mesafe, diğerlerinin organsal konumlarını belirliyor; gözleri, kulakları, işkembesi, bağırsakları ve diğer organları. Ayaklar en uzak mesafede duruyor. Yer ve işlevleri tanımlı organlardan oluşan bir organizma olarak masa.

Masa gibi sıradan bir nesne ilişkilerimize biçim dayatabiliyor. Masa bir alegoridir; yani ‘allo agorenei’, ‘başka şey iletir’ (Agamben, İçeriksiz Adam, Monokl). Masa aynı masa, ama biz yer değiştirdikçe anlamı değişiyor. Biçim politiktir ve yer değiştirerek biçimin politikasını değiştirebiliyoruz. Sorun da burada kilitleniyor: Oturtulduğumuz yerde kök salmak mı yoksa yer değiştirerek dayatılan biçimi bozmak mı? Biçimi bozdukça, birbirimize dokunduğumuza, ya da birbirimize dokundukça biçimi bozup kendi biçimimizi yarattığımıza göre biçimin politik olduğunda hemfikiriz. Yer ve işlevi sürekli değişenlerin masasının politikası mı, yoksa baş ve organlarından oluşan masanın politikası mı? Masa bir alegori. Nesneler ve biçimleri politiktir ama hareket etmemize bağlı olarak politik konumları ve anlamları değişiyor. Nesneler politikamızı değil, biz nesnelerin politik konumlarını belirliyoruz.

Baş ve organlarından oluşan masa, yatay bir düzlem olsa da bazı organlar kendi aralarında fısıltıyla merdivenden söz ediyorlar. Merdiven de bir nesnedir ve yüksek bir yere ulaşmaya yarıyor. Led Zeppelin’e göre merdiven cennete çıkıyor: ‘Stairway to Heaven’. Mısır’daki bir manastırdaki 12. yy’da yapılmış resimde cennete çıkan merdiveni görebilirsiniz. Yoldan çıkarıcı iblislere rağmen merdivenin son basamağına yükselmeyi başaranları, cennette İsa karşılıyor. Ve masadaki organlar merdivene tırmanmanın, başa ulaşmanın hayalini kuruyor. Oysa bir önceki masada merdiveni, mesanelerimizi ve bağırsaklarımızı üst katta boşaltmak için kullanıyorduk. Masa gibi yatay bir düzlemde, merdiven gibi dikey bir ilişki nesnesini hayallerimize yerleştiren iktidardır; yükselip başa ulaşmayı düşleyen organlar buna inanıyor. Oysa organlar yerlerinden bir kalkabilseler, başa dokunacak ve başı yerinden edeceklerdi, ama onlar hâlâ başa, merdivene ve iblislere inanmayı sürdürüyor.

Yeryüzünün bir cehennem olduğu ve iblislere rağmen cehennemden kaçıp göklerdeki cennete sığınma fikrine ikna olmanız için yeryüzünde yaşamanız yeterli. Ezilenler için yeryüzü, bir cehennemdir: İşçi kıyımları; tecavüz edilen ve katledilen çocuklar ve kadınlar; paraya çevrilecek kaynak olarak durmadan yağmalanan doğa ve insan doğası. Ardı arkası kesilmeyen felaketlere rağmen hayatta kalmaya çalışan felaketzedeler gibiyiz. Ama yeryüzünü yağmalayanlar, duvarlarla çevrili saray ve sitelerindeki yapay cennetlerinde yaşıyor. Ve ezilenlere gösterdikleri tek çıkış yolu, ‘hayali’ merdiven. Merdivene tırmanın, öte dünyada cennete ulaşacaksınız. Unutmadan; bir de bizim için yeryüzünde otoyollar inşa ediyorlar. Ama AC/DC, otoyolun bizi cehenneme götürdüğünü söylüyor: ‘Highway to Hell’. Kesişmeyen paralel şeritlerden oluşan otoyolda yazgımız, cehennemi yaşamaktır. Otoyolu terk etsek ve yürüsek, yollarımız kesişir ve yeryüzü cennetini keşfedebilirdik. Cennet ayaklarımızın altında. Cennet bir alegoridir, bize yitirdiğimiz yeryüzünü iletiyor.

İNSAN SIKICI BİR VARLIKTIR


RAHMİ ÖĞDÜL
20.09.2019

“Hiyerarşi teorisi, virüsün çok dirençli bir türüne ait bulaşıcı hastalığın tüm niteliklerine sahiptir... Katı kurallarla belirlenmiş, pek ilginç olmayan, çok soru sormadan rutinleri takip eden varlıklar üretir. Bu hastalık, hiyerarşi teorisinin dayatıldığı hayvanlar kadar teoriyi dayatan insanlara da bulaşır” (V. Despret, Doğru Soruları Sorsaydık, Hayvanlar Ne söylerdi? Tellekt). Sorgulamayan, itaatkâr varlıklar üreten sistemlerin çıktısıdır insan. Ve doğaya dokunduğunda doğal topluluklara hiyerarşiyi bulaştıran da insandır; sonra da hiyerarşinin doğal olduğunu ilan edip içselleştiren de. Hiyerarşi; zulme, eşitsizliğe isyan etmeyelim diye. Hiyerarşi doğallaştırıldığında, doğanıza, fıtratınıza uymak zorunda kalırsınız. Fıtratınız, kocanıza, şefinize, liderinize boyun eğmek ve emirlerini hiç sorgulamadan yerine getirmektir. Despotik bir toplum için bundan daha doğal bir meşrulaştırma olabilir mi?

Ama Despret’nin özellikle vurguladığı gibi bulaşıcı bir virüs bu. İlk kez ne zaman kaptık bu virüsü? Hiyerarşik tabakaların içine ne zaman hapsolduysak, o zaman. “Gözlemci kuşkusuz görendir; ancak bundan daha önemlisi, önceden belirlenmiş olanaklar dizisi içinde gören, belirli bir gelenek ve sınırlama sistemi içine yerleşmiş birisi olmasıdır.” (J. Crary, Gözlemcinin Teknikleri, Metis). Gözlemci, toplumsal bir inşa olduğuna göre, içinde yaşadığı hiyerarşik toplumu çoğaltandır, her yerde hiyerarşi gören. Hakikati gösterme iddiasındaki medyadaki belgesellere baksanıza; doğa, “öldürmeye programlanmış” olanların kanlı hiyerarşik gösterileriyle dolu. Despret, kurt sürüsünün nasıl örgütlendiğini medyada anlatılanlara göre özetliyor. Sürü, erkek alfa ve dişi alfa olarak adlandırılan çiftin liderliğinde yönetilir. Alfa çifti üreyen bir çifttir. Hiyerarşik düzene göre sürüde alfalardan sonra betalar gelir. Betalar, alfa çiftinin yerine geçecek olanlardır. Daha sonra omegalar gelir. Sürüye yapılan saldırıları göğüslemek zorunda olanlar omegalardır ve sofradaki artıklarla beslenenler de onlardır. Damızlıkların çiftleştiği, bildiğiniz kaz adımlarıyla yürüyen Nazi Almanyası. Aynı şema babunlara uygulandığında kazın ayağının hiç de öyle olmadığı görüldü.

Primatolog Thelma Rowell, ormanda yaşayan babunlar arasında hiyerarşi olmadığını gözlemledi. Dışarıdan yapılan bir saldırı karşısında hep birlikte kaçarlar. Saldırganlıklar çok enderdir. Ve erkekler arasında rekabetten ziyade işbirliği yapmaya yönelik bir eğilim vardır. Ve görünüşe göre erkekler ile dişiler arasında da bir hiyerarşi yoktur. Rowell’in gözlemi meslektaşları arasında tepkiyle karşılandı. Hiyerarşi teorisinden vazgeçmemek için ormanda yaşayan babunların hiyerarşikleşmemiş, dolayısıyla evrimleşmemiş olduklarına karar verdiler. Ormanda yaşayan babunlarla, hiyerarşik bir örgütlenme sergileyen ovadaki babunlar ayrı türlere ait olmaları gerekiyordu. “Ve türlerinden kovuldular” (Despret). Hiyerarşik değil, yatay, dayanışmacı bir toplum için mücadele eden anarşistler iktidardan kurtulmak istediklerinde, aynı iktidar tarafından insan türünden kovulmadılar mı? İnsan dedikleri, hiyerarşik bir toplumda yaşayan, komutlara körü körüne boyun eğen, itaatkâr, sıkıcı bir varlıktır.

Sıkıcı varlık olması yetmiyormuş gibi, doğaya dahil olduğunda sıkıcılığını hayvan topluluklarına da bulaştırıyor. Araştırmacılar babunlar arasındaki farklılığı ekolojik koşullara bağlamışlardı, oysa sorun araştırmacının bizzat kendisidir; kendi koşullarını dayatması. Bizzat mevcudiyeti hiyerarşi üretiyor. Gözlem yapacağı hayvanları kendine çekmek için, hep aynı yere az miktarda bıraktığı besinler, yer ve besin kıtlığı yaratıp hayvan toplulukları içindeki ilişkileri bozuyor ve aralarında rekabete, çatışmaya yol açıyordu. Hayvan parkları ve hayvanat bahçeleri gibi kapatılma mekânlarında yaşayan babunların kesin şekilde hiyerarşikleşmiş olduğu görülüyor. O zaman hayvanlar arasındaki hiyerarşiyi nasıl doğal bir olguymuş gibi ilan edebilirsiniz ki? Tutsak insan, doğaya müdahale ettiğinde kendi tutsaklık koşullarını hayvanlara dayatıyor; tutsaklık virüsünü her yere bulaştırıyor; her yerde zulüm. Hiyerarşik insan sıkıcı bir varlıktır. Yeryüzünü kurtarmak mı istiyorsunuz? Önce kendinizden kurtulun!


14 Eylül 2019 Cumartesi

DJ İKTİDARDIR: ÖLÜMÜNE DANS!

RAHMİ ÖĞDÜL
13.09.2019

Doğanın ritimlerini işitiyor musunuz? Çok ritimli, çok sesli, müzikal bir yeryüzünde yaşıyoruz. Bitki ve hayvan türlerinin kendilerine özgü biyolojik ritimleri, yerin ve atmosferin ritimleriyle örtüşüyor. Yerkürenin ritmi; canlıların, üzerinde kendi doğaçlama performanslarını sergileyecekleri temel ritim. Hayvanları içgüdüleriyle hareket eden otomatlar gibi gören egemen görüşün aksine, tekhücrelileri bile yeni problemler karşısında doğaçlama çözümler üretebiliyor ve birbirlerine ayak uydurarak yeryüzüyle birlikte deviniyorlar. Ayak uydurmakta zorlanan, ya değişim geçirip evrimleşiyor ya da yok oluyor. Bedenlerimizin içi de ritim dolu. Organizma nedir ki? Farklı hücre ve organlara özgü ritimlerin eşgüdümlü hâle getirildiği bir ritim paketi. Hayatta kalmak için, doğanın ritimlerine göre dans ediyoruz. Ediyorduk demek daha doğru olacak. İçimizde hâlâ doğanın ritimleri var, ama bedenlerimiz şimdi makinelerin ritmine göre salınıyor; dijital makinelerin ritmine göre, makinelerin protezleriyiz. Ve doğanın ritimlerini çoktan unuttuk, evlerimiz makinelerle dolu. Ritimler alışkanlıklardır; ritminizi değiştirirseniz, hayat tarzınız da değişir; ritmimizi değiştirdiler ve evcilleştirildik. Bir zamanlar yeryüzünde dağlarla birlikte yürürken, şimdi duvarların içine hapsedildik.

Avcı-toplayıcıları bir düşünün; onlar için doğa, birlikte dans ederken sık sık ritim, dolayısıyla adım değiştirecekleri bir ritimler çokluğudur. Buğday, arpa ve yulaf gibi doğal tahılların ritmi, orman ağaçlarının yemiş ve meyvelerinin ritmi, sucul ya da karasal hayvanların ritmi. Her bitkinin, avladıkları her hayvanın ortamları ve birbirleri arasındaki ritimleri. Bir de buna avcı-toplayıcıların biyolojik ritimlerini ve yaşadıkları ortamın rüzgâr, ışık, sıcaklık, mevsimler, topografya gibi ritimlerini ekleyin; ortaya, iç içe geçmiş müthiş bir ritimler çokluğu çıkacaktır. Fakat bu ritimler çokluğu, yerleşik hayata geçip çiftçilikle uğraşmaya başladıklarında yoksullaştı. “Hububat ekenler, büyük oranda tek bir gıda ağının içine hapsolmuş durumdadır ve rutinleri o tahıla özgü tempoya bağlıdır” (J. C. Scott, Tahıla Karşı, KÜY). Ve tarladaki DJ’den “tempo!” komutu geldiğinde zihinleri ve bedenleri, ürettikleri tahılın ritmine göre salınmaya başladı. Uygarlaşma süreci, ritimler çokluğunun teke indirilmesidir.

Uygarlaştıcı süreçler, “ziraatçıları, koreografisi en ince detayına kadar belirlenmiş bir dansın rutinine mahkum eder, bedenleri biçimlendirir, evin mimarisini ve bölümlerinin yerleşimini şekillendirirler. Belli bir işbirliği ve koordinasyon örüntüsünü dayatırlar” (Scott). Evcilleştirdiğimiz canlılar zaman ve mekân deneyimlerimizi belirlemeye başladığı andan itibaren sormamız gereken soru şu: “Biz mi evcilleştirdik yoksa evcilleştirildik mi?” Scott kitabında bu sorunun peşinden gidiyor: “Homo sapiens’in tarıma geçerek attığı ve kaderini tayin eden adımla birlikte türümüz, davranışlarımıza esas olarak bir kaç bitkinin... yön verdiği katı bir manastıra kapanmıştır.” Manastır hayatı çileci bir hayattır ve her manastırın bir kilisesi vardır. Faithless grubunun parçası, ‘This Is My Church’ (Burası, benim kilisem) ile dans etmeye başlayabilirsiniz artık. Parçanın diğer adı “God Is A DJ”; elektronik müziğin ritmiyle kendinizden geçip esriyebilirsiniz de. Tarla denilen manastırın hemen yanı başındaki kiliseden yükselen ‘gospel’, tarımın ritmini kutsallaştırdı. Daha sonra fabrikalardaki makinelerin kutsal ritmiyle hizaya girmeyi ve uygun adım yürümeyi öğrendik. Bedenlere eziyet eden çileci bir yaşamın acısını makinelerin ritmi dindirebilir mi?

“Tahıllar antik çağda temel gıda kaynağına dönüşür dönüşmez zirai takvimin nasıl kamusal törenlerin büyük kısmını belirler hâle geldiği şaşırtıcıdır: rahiplerin ve kralların öncülüğünde yapılan toprağı sürme törenleri, hasat ayinleri ve kutlamaları, hasatta bolluk için edilen dualar ve verilen kurbanlar, belli tahıllar için tanrılar” (Scott). Sonra beton şehirler yükseldi ve beton tanrısını yarattılar; tanrılar kurban istiyordu, inşaatlarda işçilerin kanını akıttılar. İktidar bir DJ’dir. Tempo hızlanmalı, eller havaya, ölümüne dans!

8 Eylül 2019 Pazar

BARBARLARI BEKLEMEYİN, BARBAR OLUN!

RAHMİ ÖĞDÜL
06.09.2019

Yeryüzünden hayat fışkırıyordu. Kapatıldığımız medya küresinde, fışkıran hayatı değil, ölü imgeleri seyrediyorduk. Zaten yeryüzü ile aramıza, Lacan’ın tabiriyle ‘imge perdesi’ girmişti. İmge perdesi olmadan yeryüzüne tahammül etmek ne mümkün, aşırı kaotik. İmge perdesi sayesinde bir bakışımızla karmaşık olanı düzene sokuyor, yabani olanları evcil imgeler haline getiriyoruz. İmge perdesi, türümüze özgü bir özellik; hayatta kalmak için kaosun ortasında düzen kurmamıza yarıyor. Ama imge perdemiz yetmiyormuş gibi, bir de medya perdesi icat ettiler. İmge perdemizle yeryüzünü biz evcilleştiriyor, hayatta kalacağımız nişler yaratıyorduk. Oysa medya perdesine yansıttıkları ölü imgelerle evcilleştirilip köleleştirilen biz olduk. Etkin bir varoluştan edilgin bir varoluşa, oradan da yokoluşa gidiyoruz. Medya perdesinde gösterilenlere göre hayatımızı düzenliyoruz; ne düşüneceğimize, ne yiyip ne içeceğimize onlar karar veriyor. İmge perdesiyle hayatımızı doğal gerçekliğe göre biz tasarlıyorduk. Şimdi gözlerimizin önünde kalın perdeler; perdelerden yeryüzünü göremez olduk. Gözler, katarakttan muzdarip.

GÖZE PERDE İNMESİ
Halk arasında göze perde inmesi olarak bilinen katarakt, gözün iris dokusunun arkasındaki doğal lensin saydamlığını yitirmesi ve görmeye engel olmasıdır. Biyolojik açıdan göz lensinin saydamlığını yitirmesi çoğunlukla ileri yaşlarda gerçekleşse de toplumsal açıdan yeni doğanlar bile medya denilen katarakt ortamına doğuyor. Bebekler gözlerini açıyor ve gördükleri, medya perdesindeki ölü imgeler. Medyadan boca edilen imgelerle yeryüzü giderek bulanıklaşıyor. Yunancada ‘kataraktes’, yukarıdan birden bire inen, çullanan, baskın yapan şey anlamlarına geliyor. Ve bu sözcük Latinceye ‘cataracta’ olarak taşındığında Batı dillerinde katarakt, şelale anlamını da taşımaya başladı. Gök yarılmış sanki, bardaktan boşanırcasına imge yağıyor. İmge perdelerinin arkasında belli belirsiz bir yeryüzü.

BOYUN EĞMEYİ ÖĞRENMEK
Perdeler o kadar kalınlaştı ki Çin Seddi’ne dönüştü. “Büyük Çin Seddi, barbarları dışarıda tutmak kadar Çinli vergi yükümlülerini içeride tutmak için inşa edilmişti. Zaman içinde aldığı formlar ne denli çeşitli olursa olsun, görünüşe göre esaret, antik devletin hayatta kalma koşullarından biri olmuştu. Kölecilik kurumunu ilk devletler icat etmemişti, ancak onu sistemleştirmiş ve bir devlet projesi olarak düzenlemişlerdi” (J.C. Scott, Tahıla Karşı, KÜY). Bir devlet projesi olarak, duvarların içinde vergilerle, kredi kartı borçlarıyla köleleştirilen biz olduk. Barbarlar dışarıda kaldı. İçeride kalan bizler, köleleştirme projesinin nesneleri, barbarlarla korkutulduk ve boyun eğmeyi öğrendik.
Medya perdesi yeni bir şey değil. Medya, devletle birlikte form değiştirse de işlevi hep aynı kalıyor: İçeridekilerin gözlerine perde indirmek. Rönesans’ın sanat koruyucuları, sadece sanatı korumuyor, sanatçının üretimine karışarak onun biçimlenmesinde de rol oynuyorlardı. Papa olunca VII. Clement adını alan, Medici ailesinden kardinal Giulio, Michelangelo’nun gerçekleştirdiği Aziz Laurentius Kilisesi’ndeki Yeni Sakristi’nin tasarımına karışmıştı. Yine Michelangelo’ya ait olan, Sistine Şapeli’nin tavanındaki freskler de Papa II. Julius’un müdahaleleriyle biçimlendirilmişti. (bkz Agamben, İçeriksiz Adam, Monokl). İktidarın ürettiği/ürettirdiği imgeler, yeryüzü ile aramıza giriyor.

BARBAR OLMAK
Yunanlılar ‘barbar’ terimini, Yunanca konuşmayanların, yabancıların çıkardıkları sesleri alaya almak için türetmişlerdi. Scott kitabında barbarları yeniden tanımlıyor: “Barbarlık esasında kültürel bir kategori değil, devletin idaresine girmemiş halkları tanımlamada kullanılan politik bir kategoridir” (Tohuma Karşı). Çıkardıkları sesleri anlamadıkları için hâlâ barbarlarla kafa bulan köleler var. Ama artık ne dediklerine kulak kabartmamız gerekmiyor mu? Barbarlar, medya perdesi olmadan yeryüzüne doğrudan bakabilenler ve baktıklarında, ağaçların ruhlarını görenlerdir. Amazon ormanlarının yerli halkı Muraların kabile liderlerinden Raimundo Mura bir barbardır: “Beyaz adamın tek derdi yok etmek, bu ağaçların bir ruhu var, hepsinin dünyada bir yeri var. Kanımın son damlasına kadar bu ormanı savunacağım.” Barbarları beklemeyin artık, barbar olun!