26 Temmuz 2020 Pazar

CEHENNEM GÜNDELİK HAYATTIR

RAHMİ ÖĞDÜL
24.07.2020
Tekrarlardan ve tekrarların arasına sıkıştırılmış küçük kaçamaklardan, zorunlu tekrarlara rağmen rastlantısal karşılaşmalardan oluşan, bıktırıcı olduğu kadar bir o kadar da heyecan verici bir sahne: Gündelik hayat. Bu sahnenin seyircisi yoktur, herkes oyuna katılır. Ve herkes kendi alanına giren özneler ve nesneler ve aralarındaki ilişkileri tanıdığı ölçüde deneyimler gündelik hayatı. Sahnenin başka bir yerinde başka öznelerin de nesnelerle benzer deneyimler yaşadığını biliriz. Aslında hepimizin bildiği, tekrarlaya tekrarlaya basmakalıplaşmış olanlardır. Bunların her yerde tekrarlandığını bilmek bir tür tesellidir bizim için; ‘yalnız değilim’ duygusu. Oysa yine herkes bilir ki kestirilemeyen, aralarda gerçekleşen, zorunlu tekrarlardan kaçan bir şeyler de vardır; farkın ortaya çıkması. Gündelik hayatın bıktırıcılığını tekrarlar oluşturuyorsa, en heyecanlı kısmını ise tekrarlara rağmen anlarda, aralarda karşımıza çıkacak ve hayatımızı değiştirebilecek olay karşılaşmalardır.
Tekrara dayalı gündelik hayat, kutsal metinlerde tasvir edilen cehennemi andırır. Cehennem tasvirlerinin en belirgin özelliği, bedensel cezaların sürekli tekrar etmesidir (Alt, Edebiyatta Kötünün Yeniden Doğuşu, Sel). Cennette bedensiz bir varoluş sürdürürken, bedenlerini keşfettikleri için cennetten kovulanların yeryüzüne düştüklerinde sürdürmek zorunda kaldıkları bedenli hayattır, gündelik hayat. Sonsuz ve bedensiz bir yaşam vaat eden cennet anlatılarında zaman ortadan kalkmıştır; zamanla birlikte, tekrara dayanan ritim de. Cennet bedensiz ve ritimsizdir; cehennem ise bedenli ve ritimli. Gündelik hayat da bedenli ve ritimlidir; ritim, bedenin zamanıdır çünkü; nefes alışımız, kalp atışlarımız, yürüyüşümüz. Şiir ve müzikte olduğu gibi sanat, bedenin temel ritimlerini varoluşsal bir özgürlüğe çevirse de aynı ritim durmadan tekrar eden bir işkenceye de eşlik edebilir. “Köle sahipleri kölelerin şarkı söyledikleri zaman daha iyi çalıştıklarını fark ederler” (Levine, Biçimler, KÜY). Kölelerin beraberlerinde getirdikleri, tekrara dayalı, döngüsel Afrika müziği, köle sahipleri için köleleri daha çok çalıştırmaya yarayan bir araca dönüşür. Köle için gündelik hayatı katlanabilir kılan ritim, köle sahibinin kırbaç kullanmasını da gereksiz kılmıştır.
Ritim aşırı politiktir. Efendinin kırbacı, şimdi müzikal ritimlerde şaklamaya devam ediyor ve bu ritimlerle dans edebilir, kendinizden geçebilir ve özgürleştiğiniz yanılsamasına kapılabilirsiniz. Sizi parçalayan kapitalist makinenin ritmiyle ya da Kafka’nın ‘Ceza Sömürgesi’ndeki mahkûmun cezasını iğnelerle derisine kazıyan tırmık denilen işkence aletinin ritmiyle dans etmek. Cehennem olarak gündelik hayat, canımızı yakan tekrarların, hızla hazza dönüştüğü yerdir. Artık acıları haz olarak yaşıyoruz. Cehennemden kaçış var mı? Sınırları belirli bir yer olsaydı kaçabilirdik. 16’ncı yüzyılda Merlowe’un yazdığı tiyatro oyunu ‘Faust’ta Mefisto’nun dediği gibi: “Cehennemin sınırları yoktur; belli bir yer değildir orası. Çünkü biz neredeysek cehennem oradadır; cehennem neredeyse biz de hep orada olmak zorundayız” (Alt). 20’nci yüzyılda Sartre’ın “Cehennem başkalarıdır” deyişini, 19’uncu yüzyılda Rimbaud, “Ben bir başkasıdır” diye yanıtlamıştı. Adorno ise son noktayı koyar: “Cehennem biz kendimiziz”. İşkence aletinin ritmini içselleştirdiğimizde işkencecimize aşık olmakla kalmıyor, cehennemi de bedenlerimizle birlikte her yere taşıyoruz; cehennemin ritmiyle dans ediyoruz.
İşkence aletinin ritmiyle salınan bedenler, çok geçmeden işkence aletine dönüşebilirler, dönüşmüşlerdir de. Cehennem bizleriz. Yaşamın nabız atışları değil, efendinin kırbacı şaklıyor içimizde ve birbirimizin hayatını zindana çeviriyoruz. Kadınları katledenler, efendinin kırbacının ritmini içselleştirip efendinin kırbacına dönüşen ezilenlerdir. Ezenler ve ezilenler aynı ritimle salınıyor. Gündelik hayat, sadece ölümü değil, yaşamı çoğaltacak olay karşılaşmaları da içinde barındırıyor. Olay karşılaşmalar, işkencecinin durmadan geri döndüğü kısır döngüyü kıracak karşılaşmalardır. Farkın açığa çıktığı ve ritimleri farklı bedenlerin bir arada dans edebildikleri bir hayat, ancak olay çıktığında gerçekleşebilir. Bedenli bir cennet yaratabilmek, kolay değil...

19 Temmuz 2020 Pazar

EZİKLERİN FORM DÜŞKÜNLÜĞÜ

RAHMİ ÖĞDÜL
17.07.2020

Bir kil topağı düşünün. Dikkatle baktığınızda, topağın yüzeyinin canlı cansız formlarla dolu olduğunu keşfediyorsunuz; maddenin içkin kuvvetleri kili katladıkça inorganik olandan organik olana geçildiği, kıvrımlar kendi üzerlerine katlandıkça formların giderek çeşitlendiği bir kıvrımlar denizi. Kıvrımların kudretini duyumsamak yerine, konturları içine kapatılmış formlar görmeye yatkın olduğumuz için gözümüze tabii ki biçimler takılacak; inorganik ve organik biçimler çokluğu. Biraz daha dikkatle bakın, orada kendinizi de göreceksiniz. Bu kil topağının birilerinin eline geçtiğini, kil topağına bir oyun hamuru gibi şekil verdiklerini düşünün. Kil topağına dışarıdan kuvvet uygulandığında haliyle kil ile birlikte siz de ezileceksiniz. Tanrı-kral, yeryüzünü bir Demiurgos gibi biçimlendirirken her seferinde formunuz, hareket alanınız, diğer formlarla ilişkileriniz değişecek ve kendinizi daha fazla ezik hissedeceksiniz. İktidar, oyun hamuru gibi yeryüzünü kendi çıkarlarına göre biçimlendirdikçe bizim payımıza da hep ezilmek düşüyor.

Madem durmadan eziliyoruz, o hâlde kendimize “Ezilenler” diyelim ve örgütlenelim dedik, partimiz bile var. Partimiz, iktidarın uyguladığı darbeler nedeniyle biçimi bozulanları bünyesinde topluyor. Aklınıza, çarpışma sonucu kaportası içeri çökmüş otomobiller gelebilir. Doğru, bizim partimiz şekil ve şemaili bozulmuş otomobillerin partisini andırıyor. Tıpkı fabrikada otomobillerin kalıplara göre üretilmesi gibi, insanın da bir kalıbı olduğunu ve ezildikçe orijinal halinin bozulduğunu düşünüyoruz. İktidar, insanın biçimini bozuyor. Darbelerle kaportası çökmüşleri bir çatı altında toplayarak örgütledik. Artık daha fazla ezilmek istemeyenler, eziklerinden kurtulup orijinal formuna kavuşmak isteyenler birleşecek. Giderek ezilenlerin sayısı artıyor. Direneceğiz ve formumuzu geri kazanacağız.

En zorumuza giden, iktidarın kalıplara dökerken bizleri olmadık biçimlere sokması. Oysa bizler biçimlerimizden memnunduk. O yüzden toplumsal darbelerle pert olanlar için partimizin bünyesinde bir kaporta atölyesi kurduk. Kaporta ustalarımız, hurdaya dönseniz bile insanın kalıbını çok iyi bildiklerinden çekiç darbeleriyle sizi orijinal halinize kavuşturacak yetenekte. Ama insan sormadan da edemiyor, insanın bir kalıbı var mı? Toplumsal kuvvetlere maruz kaldıkça kalıbını yitirip yeni bir kalıba girer mi? Yitirdiği kalıbına tekrar kavuşabilir mi? Bunlar can yakıcı sorular. Kalıba dökülürken ya da eziklerimiz düzeltilirken çekiç darbeleri altında gerçekten canımız yanıyor. İktidar ve biz ezilenler, yani ezenler ve ezildikçe biçimlendirilenler; her ikimiz de kalıplarla iş görüyoruz. Gelgelelim doğa kalıplarla işlemiyor. Madde edilgin değil; kudretli. İçkin kuvvetleriyle kendi kendini biçimlendiriyor. Maddeyi salt biçime indirgediğinizde, kudretini elinden almış olursunuz. Ezilen, biçimini yitiren değil, bir biçime sokularak kudretsiz bırakılandır.

Her bireyin, doğasından gelen eyleme gücü sayesinde, biçiminin çok ötesine bir ışık gibi yayılıp kendi mekânını yaratma gücü var (Deleuze, Spinoza Üstüne On Bir Ders, Öteki). Bedenlerin hep beraber ışıyarak birlikte toplumsal mekânlarını inşa ettiklerini düşünelim. Partimizin kaporta ustaları hemen itiraz edecek: “Olmaz! Kalıbımızdan asla vazgeçemeyiz”. Size ne oluyor, içinize iktidar mı kaçtı? İktidar, hem bedenleri hem de mekânı biçimlendirerek kendi üzerlerine kapanmış, kudretsiz formlardan oluşan toplumsal bir düzlem yaratmak zorunda. Sabit sembollere dönüşmüş formlar, düşünce ve anlam dünyanızı da kalıpların içine kapatıyor. Kalıbının içindeki beden hüzünlüdür; ezik ve mutsuz. Fakat ezilenlerin kentinde görünmez bir iplik dolaşıyor. “Hüzün kenti Raissa’da, bir canlı varlığı diğerine bir an için bağlayıp çözülüveren, sonra dönüp hareketli noktalar arasında tekrar gerilerek anlık yeni figürler çizen ve böylece bu mutsuz kente, her saniye, varlığından bile habersiz olduğu mutlu bir kent kazandıran görünmez bir iplik dolaşıyor” (Calvino, Görünmez Kentler). Görünmez iplik, yeryüzünün kıvrımlarını boydan boya kat eden ve bedenleri birbirine bağlayan yeryüzünün kudretidir. Kalıplarımızı kırdığımızı ve görünmez olanı, görünür kıldığımızı bir düşünün!

10 Temmuz 2020 Cuma

BOŞLUK BİZE BAKIYOR

RAHMİ ÖĞDÜL
10.07.2020
Boşluğun kıyısında duruyoruz. Konuşmasaydık boşluğa düşebilir ve ölebilirdik. Hayatta kalmak için durmadan öyküler anlatmak gerek. Dipsiz boşlukla göz göze gelmek, dengemizi bozuyor, korku kaplıyor içimizi. Boşluğu seslerle, harflerle, çizgilerle tıka basa doldurmadan içimiz rahat etmiyor. Boşluk varlığın düşmanı. Boşluğun kıyısındaki varlık, her an dengesini yitirebilir ve var olmayı bırakabilir. Ya da boşlukta asılı duran bir ipin üzerinde cambazlık yapıyoruz; varlık ile hiçlik arasındaki o hassas dengeyi ancak öyküler anlatarak sürdürmek mümkün. Sözcüklerimiz; ip cambazının dengesini sağlamak için kullandığı sırık. Anlatmasaydık, dengemizi koruyamaz, anlamsızlığa düşerdik. Nietzsche boşuna dememiş, “Uçurumu sevenin kanatları olmalı”. Yerleştikten sonra kanatlara ihtiyacımız kalmadı, onları yitirdik; katı zeminlerde yürümeye alıştık. O yüzden sevmiyoruz boşluğu. Ve ne zaman gözümüz boşluğa takılsa durmadan anlatıyoruz; anlatarak boşluğu dolduracağımızı sanıyoruz, ama boşluk asla dolmuyor. Boşluk hep yanı başımızda, varlığımızı tehdit ediyor.
Bir zamanlar üzerine bastığımız katı zemin, “tıpkı bir sıvı üzerinde yüzen bir kabuk gibi ayaklarımızın altından kaydı” (Darwin) ve buharlaştı (Marx). Artık başımızı nereye çevirsek, boşlukla göz göze geliyoruz. Korktuğumuz başımıza geldi, boşluğun bakışlarından kaçamıyoruz. “Boşluğa yeterince uzun süre bakarsan boşluk da sana bakar” (Nietzsche). Boşlukla bakışıyoruz. Boşlukla bakışmamız, Lacan’ın “imge perdesi” anlatısındaki nesnelerle bakışmamıza hiç benzemiyor. Boşluğu ele geçirip bir imge olarak evcilleştiremiyoruz. Aksine boşluk bizi ele geçiriyor; dengemizi yitirdik ve hayatı biçime sokma çabası olarak anlatma eylemi yerini boş gevezeliğe bıraktı. Sırf çaresizlikten, boşluktan korktuğumuz için anlamsız sözler geveleyip duruyoruz. Boşluğu moloz yığınlarıyla dolduramazsınız. Boşluk içimizde, gözlerini dikmiş bize bakıyor.
İfade etmek, kendini bir anlam dünyasına yerleştirmekse, bizim sıkıntımız, yerleşecek bir anlam dünyası bulamamak. Dengemiz sürekli bozuluyor ve düşmeye ramak kalmışken son anda, parçalanmış anlam ağlarından sarkan iplerden birine tutunabilmeyi her nasılsa beceriyoruz. Her seferinde boşluğun ya da ölümün kıyısından dönmek. İpler lime lime olmuş; hangi ipe tutunsak kopuyor, durmadan bir ipten diğerine atlıyoruz. Binbir Gece Masalları’nın Şehrazat’ı ölmemek için öykülerini birbirine eklerdi. Bizim ise öykümüz yok, onun yerine sarkan anlam parçalarına ekleniyoruz. Tutunamayanlar, anlamsızlığın boşluğunda yitip gidiyor. Var olabilmek, yaşananları ve yaşanacakları bir biçime sokmaktır. Anlatmak, biçimsiz olan hayatı biçime sokmaksa, anlattıklarımız parçalanıp anlamsız mırıldanmalara dönüştükçe hayat da parçalanıp dağılıyor. Tutarlılık ve denge aradığımızda, dönüp dolaşıp aynı basmakalıp öyküye sığınıyoruz. Önce kötüleri sıralıyoruz, sonra iyileri ve iyilerin kötülerden neler çektiklerini. Anlattıkça Manici bir dünya tasviri çiziyoruz; aydınlık ile karanlığın, iyiler ile kötülerin savaşı. Rahatlıyoruz; bir ressam gibi, arkamıza yaslanıp tablomuzu keyifle seyrediyoruz.
Tablo, hiyerarşik düzene göre yerleştirilmiş nesnelerle tıka basa dolu. İyiler, despotik düzene boyun eğen, yerleri ve işlevleri sabit nesnelerle temsil edilirken, kötüler, her nasılsa gözden kaçmış boşluklarda keçi ayaklı, kanatlı yaratıklar olarak gösterilmiş; despotik düzenin nesnesi olmak yerine, despotik düzene rağmen, birbirlerine yeryüzüne dair alacalı bulacalı, kanatlı öyküler anlatan ve anlatıkça hayatlarını biçimlendiren satirler. İyiler boşluğu hiç sevmiyor, despot da öyle. Boşluk, mevcut düzene bir tehdit. Boşluk, nesneler düzeninde bir nesne olan varlığın dengesini bozacak görünmez kuvvetler içeriyor. Kötülerinse en sevdiği, boşlukta kanat çırpmak; denge ile dengesizlik arasındaki o ince çizgide dalgalanmak. Birbirlerine, sınırların muğlaklaştığı ve bir hâlden diğerine kolayca geçilebildiği oluşlara dair öyküler anlatıyorlar. Şimdi boşluğun kıyısında duruyoruz; varlığın dengesi ha bozuldu ha bozulacak; varlıkla birlikte despotik tablonun dengesi de. Kanatlanmak gerek. Artık basmakalıp öyküler değil, Rûmî’nin dediği gibi, birbirimize “Yeni şeyler söylemek lazım”.

3 Temmuz 2020 Cuma

BOZUK MAKİNELERİN PORTRESİNİ YAPMAK

RAHMİ ÖĞDÜL
03.07.2020

Makine sesindeki değişimlere duyarlı kulaklar vardır. Onlar için makinenin işleyişindeki küçük değişimler, ileride çıkabilecek arızayı önceden haber veren işaretlerdir. Babamın kulakları bu türdendir. Buzdolabının çalışmasındaki aritmiyi fark ettiğinde, geceleri yatağından kalkıp buzdolabını dinlediğini bilirim. Ritmindeki düzensizliğe katlanamamış, yeni buzdolabını eskiciye satmış, yerine yenisini almıştı. Ömrünün çoğu fabrikada dokuma tezgâhları arasında geçmişti. Fabrikaya dışarıdan gelen biri, makinelerin çıkardığı sesleri kuru gürültü olarak algılayabilir; ama babam için bu gürültü, bir organizmanın sağlıklı çalışıp çalışmadığını anlamak için ayırt edilmesi gereken organlarının ritimleriydi. Bir hekim gibi, steteskopunu fabrikanın sırtına dayar, organların çıkardığı sesleri dinlerdi. Bir organizma olarak fabrika, organlar ve ritimlerinin çokluğunu içerir. Makinelerin mekanik ritmi, işçi bedenlerinin organik ritmi, kapitalist üretim ilişkilerinin ritmi, metaların ritmi ve elbette paranın ritmi. Tam bir ritimler cümbüşü. Bu ritimlerden biri aksadığında mega-makine durabilirdi.

Babam bir ustabaşı olarak makineler kadar bedenlerin ritmini de dinlerdi. “Beden farklı ama akortlu ritimlerden bir pakettir” (Lefebvre, Ritimanaliz, Sel). Kendi bedenlerinin organik ritmine uyup başka bedenlere bağlanan, mega-makinenin mekanik ritmini aksatan işçileri uyarır, olmadı işten çıkartılmalarını sağlardı; tıpkı aritmik buzdolabını evden çıkarması gibi. Mega-makine tıkır tıkır işlemeliydi; işleyişinde ortaya çıkan aritmi ileride büyük sorunlar yaratabilirdi. Ve babam saatleri çok sever, evinin duvarından duvar saati, kolundan kol saati eksik olmaz. Her şeyi paraya dönüştüren mega-makinenin temel ritmini, yine bir makine olan saat oluşturuyor çünkü. Emek ve üretim, saatin tiktaklarına gömülmüştür. Ve bu kapitalist makine bir yıkım makinesidir; yeryüzünün yıkımıyla beslenir. Ve her tik ve tak, yeryüzünün bedeninden bir parça koparır.


Yıkım makinesi tıkır tıkır çalışmıyor elbette; aksıyor ve her aksadığında aksaklığı giderenler, makineden en çok canı yananlar oluyor. Canı yananlar, yanan canlarının acısını makineye daha çok bağlanarak dindirmeye çalışıyor. Ve sonunda hayatın tamamı devasa mekanik bir makine gibi gözükür gözlerine. Yeryüzünün farklı ritimlerini makinenin mekanik ritmine göre yargılamak ve saatin tiktaklarıyla uyumsuz, aritmik bedenleri ıskartaya çıkarmak. Babamdan biliyorum, en tahammül edemediği, ritmi bozulmuş, hasta denilen bedenlerdir. Hayal pınarlarımız kurumuş; makinenin ritmi dışında başka bir ritim olabileceğini hayal edemiyoruz; zamanın saat zamanı, mekânın fabrika mekânı olmadığı bir hayat. Biliyorum itiraz edeceksiniz; artık ne mekân, fabrika mekânı, ne de zaman, saat zamanı; zamanı ve mekânı bayağı esnettiler. Babam modern zamanların fabrika insanıydı, bizlerse postmodern zamanların kafe insanları. Ama her ikimiz de makineye bağlanmadan edemiyoruz. Babam makineye bağlanmak için fabrikaya giderdi, bizim ise istediğimiz yerde bağlanma özgürlüğümüz var. Özgürlüğü, makineye nasıl bağlandığımıza göre tanımlıyoruz.
Bağlanmakta özgürüz. Fakat neye bağlandığımız önemli. Bir organizmaya mı yoksa bir bedene mi? Organizmaya bağlandığımızda organizmanın organına dönüşüyoruz. Antonin Artaud uyarmıştı: “Organizmalar bedenin düşmanları”. Babamın bağlandığı mega-makine, bedenin düşmanı bir organizmaydı. Bir de Deleuze ve Guattari’nin kavramsallaştırdığı arzulayan makineler vardır. Arzulayan makineler “yalnızca bozuldukları zaman çalışır” (Anti-Oedipus). Organizmanın despotik ritminden koptukları zaman çalışan makineler. Bir organizmanın yeri ve işlevi tanımlı organları olmayı bırakmış ve başka bedenleri arzulamaya başlamışlardır. Olmadık bağlantılar icat ederek despotik ritimden uzaklaşır ve farklı ritimler yaratabilirler. Lefebvre soruyor: “Henüz var olmayan birinin, o birinin var olmasına yol açacak portreyi yapmak mümkün müdür?” Mevcut olanın portresini yapmak kolay, despotik ritimle salınan bedenlerin. Oysa makineler çoktan bozuldu; bozulan ve beklenmedik bağlantılar icat eden, farklı ritimlerle salınan bedenler çoğalıyor. Var olmalarına yol açacak portreyi yapabilir miyiz?

KAİDESİZ OLAĞAN ZAMANLAR

RAHMİ ÖĞDÜL
26.06.2020

Kaidenin üzerinde yükselen hiçbir şeyi sevemedim. Yan yana duran, aralarında dolaştığım şeyleri sevdim en çok; dokunduğum, bana dokunan, birlikte yürüyebildiğimiz, yürürken birlikte düşünüp dönüşebildiğimiz. Her kim ya da her ne olursa olsun, kaideye çıkıp yeryüzünün şeylerine tepeden bakmasını asla içime sindiremedim. Ne çok şey var oysa hayatta, aramızda dolaşırken, sonra kaidenin tepesine yerleştirip göklere çıkardığımız? Kaide, üzerine yerleştirileni çok geçmeden bir ikona dönüştürüyor. Biliyorsunuz, ikonlar sadece tapınmak içindir. Ve her ikon temsil ettiği şeyi göstermek yerine saklıyor. O yüzdendir ikonaklastların ikonları ya da Luddistlerin makineleri kırmaları. Ikonlar ve makineler, parlak yüzeylerinin altında yeryüzünün yıkımını gizliyor. Ve kaideye yerleşip ikonlaşanlar, kaidelerini yitireceklerini anladıklarında, makineyi devreye sokuyorlar; birden sahnenin sağ üst köşesinden deus ex machina (makine tanrı) indiriliyor. Ve kaide olduğu yerde kalıyor. Iki eksenli bir dünyada yaşıyoruz ve eksenler algılarımızı belirliyor. Dikey eksene yerleştirilen her şey değer kazanırken, yatay eksende yan yana duran şeyleri ise değersiz olarak algılıyoruz. Ve değer verdiğimiz bir şeyi kaidenin üzerine yerleştirdiğimizde yeryüzünden giderek uzaklaşıyor.

Sorun, kaidenin kendisinde. Kaide, üzerine yerleştirileni bozuyor. Kaideye kim yerleştirilirse yerleştirilsin, yeryüzünden uzaklaştıkça yeryüzünün şeyleri gözünde değersiz böceklere dönüşecek, yeryüzü de aşağılık bir yere. Kaidenin üzerindeki, yeryüzünü sevmiyor, çünkü yeryüzünün kuvvetleri kaidesini durmadan aşındırıyor. Bu yüzden yeryüzünün dinamik kuvvetlerini toptan istisna olarak tanımlamış ve iktidar statiğinin yasasını kaidesine kazımıştır: “Istisnalar kaideyi bozmaz”. Ve o zamandan beridir istisnalar kaideyi bozmuyor. Yeryüzünün devinimleri, felaketler olarak algıladığımız devrimleri, dikey eksene yerleştirilmiş her şeyi alaşağı ettiğinde, çok geçmeden her şey eskisi gibi kaidelerin üzerinde yeniden yükseliyor. Egemenleri temsil eden anıtlar, heykeller toplumsal devrimler sırasında devrilse de kaidenin üzerinde yenileri bitiyor. 1871’deki Paris Komünü sırasında halk tarafından yıkılan Vendome Sütunu, daha sonra yeniden yerine dikilmişti. Devrim yan yana duran ve yan yana durmayı bir yaşam biçimi olarak savunanlar tarafından yapılır, ama devrimden sonra değişen tek şey, kaidenin üzerindekiler. Oysa istisna dedikleri, kaidenin olmadığı, yan yana durabildiğimiz ve birbirimize dokunabildiğimiz, yeryüzünün olağan hâlidir.
Anıtlar, egemen tarihin taşlaşmış hâlleri. Ve anıtlar, bir mekâna yerleştirildiğinde, mekânın zamanı da taş kesiliyor. Meydanlarda yükselen anıtların zamanı hep iktidarı gösteriyor. Oysa meydanlar, durmaksızın akan zamanın dere yatakları gibidir; sel sularının kim bilir hangi topraklardan getirdiği parçalar meydanlarda yeni karışımlar yaratabiliyor; iktidarın hiç hesaplamadığı tuhaf birleşmeler. Ön görülemeyen, rastlantısal karşılaşmalarla kendi biçimi üreten, değişimlere gebe döl yatakları. Ama anıtlar, mekânın anlamını sabitleyerek, meydanı olası başka okumalara kapatır. Anıtlar sayesinde iktidar meydanı kendi anlatısıyla doldurarak kısırlaştırır. “Siyasi iktidar mekâna hâkim olur ya da hakim olmayı amaçlar; anıtların ve meydanların önemi buradan gelir… ama şehirli yurttaşlar o anlamı ve hedefi başka yöne çevirir… mekânı kendilerine mal ederler” (Lefebvre, Ritimanaliz, Sel). George Floyd’un katledilmesiyle başlayan ayaklanmaların öfkesi, siyasi iktidarın mekâna hakim olmak için yerleştirdiği anıt-heykellere yöneldi. Ve şehirli yurttaşlar egemen anlamı saptırmak yerine, anıtları sökerek anlamı tamamen ortadan kaldırdılar.
Ama kaideleri hâlâ yerinde duruyor. Egemen tarih anlatısı anıtların yerinden sökülmesiyle değişmez. Kaideler, iktidar anlatısının yeniden boy atarak mekânı ele geçirmesini sağlayan filizlerdir. Ve iktidar tarihi, birbiri peşi sıra kaidelerin üzerinde yükselen ikonların tarihidir. Kaide, dikey ekseni değerli, yatay ekseni, yani yeryüzünü, yan yana durabilmeyi değersiz kılmaya yarıyor. Kaidenin kendisi istisnadır; yan yana durabildiğimiz, birbirimize dokunabildiğimiz olağan zamanları hatırlayın!