23 Şubat 2019 Cumartesi

SİZ, ROMAN KAHRAMANLARI!

George Tooker, 1956
RAHMİ ÖĞDÜL
22.02.2019

Hayatlarını roman olarak görenler var, haklı olabilirler, ama tek bir roman türü olamayacağı gibi tek tip roman kahramanı da yok. Hangi tür romanın kahramanısınız acaba? Kiminle konuşsam, “benim hayatım roman” diyerek başlıyor söze ve kendi hayatını anlatmaya başlıyor. Rus edebiyat eleştirmeni ve kuramcısı Mihail Bahtin’in roman sınıflandırmasına bir bakalım (Söylem Türleri, Metis). Bahtin, roman türlerini başkahraman imgesinin kuruluşuna göre dört alt kategoriye ayırıyor: Yolculuk romanı, sınanma romanı, yaşamöyküsel roman ve oluş romanı. Ve her roman türünün kendine özgü kahramanı var. 

Sürekli hareket ediyor, çok farklı mekânların içinden geçiyor ve değişmeden kalmayı becerebiliyorsanız, yolculuk romanı kahramanı olabilirsiniz. Bahtin’e göre bu tür romanlarda kahramanın hiçbir ayırt edici özelliği yoktur, mekânda hareket eden salt bir nokta. Anlatıda kahramanın hareketi, dünyanın mekânsal çeşitliliğinin sergilenmesine yarıyor sadece. Toplumsal çeşitlilik, içinden geçtiği mekânlara yansıtılmıştır ve statiktir. Dünya, farklılık ve zıtlıkların mekânsal dizilişi, yaşam ise zıt koşulların birbiriyle yer değiştirmesi. Başarı ile başarısızlık, mutluluk ile mutsuzluk, zafer ile yenilgi arasında savrulursunuz, ama boyutsuz bir nokta olma özelliğinizi korumuşsunuz. Sizin için zamanın hiç önemi yok. Tarihsel zamanın yokluğundan dolayı bir yazar olarak, sosyokültürel olgular arasındaki ilişkilere, içsel bağlantılara dair bir içgörünüz olamaz, farklılıkları ve benzerlikleri vurgulamakla yetinirsiniz. Bu yüzden yabancı toplumsallıkları ve yaşam biçimlerini egzotik olarak algılarsınız. Yeryüzü, statik dekorlardan oluşmuş farklı sahnelemelerdir, dekor değişir, ama siz değişmediğinize göre paket turlarla seyahat eden bir turistsiniz. Korunaklı kılıfınızın içinden izliyorsunuz dünyayı, ne siz dünyaya dokunursunuz ne de dünya size. Büyük başarı!
Sınanma romanında ise yeryüzüne sınanmak için gelmişsiniz. Yeryüzü inandığınız, savunduğunuz değerleri erozyona uğratmak, sizi baştan çıkarmak için elinden geleni yapar ama siz baştan çıkmaz, idealleriniz uğruna ölmeyi göze alır, ama asla yeryüzüne yenilmezsiniz. Ve değişmeden kalırsınız. Bağlılık, cesaret, erdem, asalet, inanç, sınanacak özellikler. Romanın başında kahraman neyse, sonunda da odur, onca serüvenden değişmeden çıkmayı başarmıştır. Kahramanın sabitliği, dış dünyaya da yansıtılır; dış dünya yine tarihsellikten yoksundur. Kahraman ile dünya arasında gerçek bir etkileşimden söz edilemez. Dünyanın kahramanı etkileyecek gücü yoktur, sadece sınar onu. Kahraman da dünyayı etkileyemez; sınavlardan geçip düşmanlarını ortadan kaldırırken dünyanın toplumsal yüzü değişmeden kalmıştır. Dünya sizin değişmez inançlarınız için bir sınav yeridir sadece. Ve sınavlardan nasıl da başarıyla geçtiğinizi anlatırsınız. Büyük başarı!
Yaşamöyküsel romanda başarı/başarısızlık, çalışmalar ve işler, itirafnameler, krizler ve yeniden doğmalar vardır. Kahramanın nitelikleri, romanın en başında verilmiştir. Romanın akışı içinde kişi kendisi olarak kalır. Olaylar kişiyi değil, kişinin yazgısını şekillendirir. Yaşam öykünüzün roman olduğu düşünüyorsanız, kendinizi merkeze koymuş ve dünyayı salt bir dekor olarak kullanmışsınız demek ki. Dünya sizin etrafınızda dönüyor.
Oluş romanında ise zaman insanın özüne katılır ve olay örgüsüyle birlikte roman kahramanı da değişir. Kahraman yeryüzüne tutunmak için bağlantılar icat ettikçe yeryüzünün tarihine katılır; etkilenmiş ve etkilemiştir. Ve hayatını anlatırken olup bitmişliği bildiren “dır” larla bitirmez cümlelerini, açık bırakır. Hayatı açık yapıttır, yeryüzüne, ilişkilere. Deleuze’ün dediği gibi, “Yazmak, …bir süreçtir, yaşanabilir ile yaşanmışı boydan boya kateden bir yaşam geçişidir, … oluştan ayrılmaz.” Yaşam, birlikte yazdığımız ve yazdıkça kendimizi icat ettiğimiz bitimsiz bir roman. Kahraman anlatırken “ve”lerle bitiştirir başına gelenleri ve başına geleceklere ise hazırdır, yeryüzünün devinimlerine ve devrimlerine. Bırakınız, sözcüklerinizin arasına yeryüzü girsin!

15 Şubat 2019 Cuma

EN YERLİ OLAN EN YABANCIDIR


Molly Haslund
RAHMİ ÖĞDÜL
15.02.2019
Sadece kendi ülkesinin, şehrinin ya da taşrasının yurttaşı olduğunu düşünenler, yani aşırı yerli ve milli olanlar, sadece bir yere ait olduğunu sananlar ve dışarıdakileri, dışarıdan gelenleri en hafifinden aşağılayanlar, en ağırından düşmanca davrananlar, asıl yabancı onlardır. Bırakınız yeryüzünü, yaşadıkları topraklara da yabancıdırlar. Nerede, neyin üzerinde durduklarının farkında bile değiller, ama sorsanız yerli, yani o yere ait olduklarını söyleyecekler ve dışarıdan geldiğiniz için yabancı muamelesi göreceksiniz.
Oysa bedenlerini biçimlendirmiş yerin kuvvetleri bile dışarıdan gelmiştir. Güneşin ışınları atmosferin dışından, milyonlarca kilometre öteden. Rüzgârlar, dünyanın kuytularında dolaşmış ve beraberlerinde egzotik kokular, yabani tohumlar ve esintiler taşımışlardır. Su, yerkürenin altında ve üstünde gezinmiş ve ardından gökyüzüne çıkmış, yağış olup yağmıştır. Bastıkları toprak ise yeryüzünün kuvvetleri tarafından durmadan yerinden edilir. Ama hâlâ yerli ve milli olduklarını iddia edecekler. Her şeyin hareket ettiği bir dünyada hayali, sabit bir çemberin içinden dışarıya düşmanca bakmak. Tuhaf, çok tuhaf. Ve yeryüzünü fethetmeye giriştiklerinde bu hayali çemberin sınırlarını genişletecek, yarattıkları hayali formları her yere taşıyacak ve yeryüzünü hayali bir yere, Disneyland’a dönüştürecekler. Yitirilen yeryüzü olmuştur. Yeryüzünün yabancılarıyız, yaşadığımız yere dair en küçük bir iz kalmamış, belleklerimiz sıfırlanmıştır. Hayali mekânların yerlisi olduğunu iddia etmek, uzun süre bilgisayar oyunu oynadıktan sonra kendini sanal mekânın yerlisi gibi hissetmeye benziyor.     
Yeryüzü dışarlıklıdır, yabancıdır. Çemberin içini yerli olanlar işgal ettikçe yer, yeryüzü dışarıda kalmıştır. Kentlerin yerlileri olduklarını iddia edenler, yerle hiçbir ilişkisi olmayan, yapay olarak iklimlendirilmiş AVM benzeri mekânlarda yaşıyor. Güneş, hava, su ve toprak kapıdaki güvenlik taramasından geçemez. Geçemez, çünkü yeryüzünün kuvvetleri, yerlileri yerinden edebilir. Korunaklı yerlerinden dışarıya baktıklarında, içeri girmeye çalışan göçmenleri düzenlerini bozacak doğal felaket gibi algılayacaklar, kasırga ya da çekirge sürüsü gibi. Dışarıdan gelenler, o çok korunaklı varlıklarımızı tehdit edebilir, beni benden, bizi bizden alabilir, bizi yerimizden edebilir.
Dışsal olanı harcamak çok kolaydır, dışsal olanın hiç bir değeri yoktur çünkü, yabancıdır. Üstelik içeri girdiğinde düzenimizi bozuyor; günah keçisi olmaya da pek uygun. O halde derhal bertaraf edilmeli. Şirketler de kazançlarına kazanç katarken harcayacakları hayatları dışsallaştırıyor. Dışsallıklar (externalities), şirketin kâr amacıyla gerçekleştirdiği her girişimde göz ardı ettikleridir. Şirketin maliyet hesaplarına katmadığı, topluma ve doğaya yüklediği tüm hasarlar ve yıkımlar. Yeryüzü dışsallıktır, yeryüzündeki hayatlar dışsallık; savaşlarda, iş kazalarında, yıkılan binaların altında ölen canlar, hep dışsallık. Şirketlerin, harcayacakları hayatlar için, yine sıfır maliyeti olan bir ödülü var; cennetteki yeriniz ayrılmıştır. Adınızı söylemeniz yeterli.
Stoacılar için evren birbirini etkileyen bedenlerden oluşmuş bir bedendir ve en ufak bir olay, Plutarkhos’un dediği gibi “denize dökülen bir damla şarap, denizi bütünüyle kaplayacak ve oradan da tüm evrene yayılacaktır”. (Jean Brun, Stoacılık, İletişim). Harcanmış bedenlerin kederi ruhumuzda dalga dalga yayılırken, despot ve rahibin istedikleri kederli ve kudretsiz varlıklar çoğalıyor. Ve biz yerliler, yerin kuvvetlerinden bihaber olanlar, kederimizden kendi içimize gömülürken, yeryüzü yeni devrimler tasarlıyor. Yeryüzü, kaos ile kozmos arasındaki o ince çizgide dans eden devrimci ve neşeli bir bedendir. Ve yeryüzünün yerlisi, yeryüzünün neşesine katılandır, neşeyi ve kudreti çoğaltan; bedeni mikrokozmostur. Ve “nerelisin? diye sorduklarında, “kozmosluyum” diye yanıtlayacak; kendini kozmopolit, yani “evrenin yurttaşı” olarak tanımlayacak.

8 Şubat 2019 Cuma

ÇEVRİMİÇİ Mİ YOKSA DEVRİM İÇİ Mİ?


RAHMİ ÖĞDÜL
08.02.2019
Düşünsenize, “Çevrimdışısınız”. Ne berbat bir durum! “Kablosuz ağ ve mobil veri kullanılamıyor. Sayfanın yüklenmesi, cihaz bir ağa bağlandıktan sonra gerçekleştirilebilir.” Bağlantınız kesilmiş ve sayfa açılmıyor. Aslında açılmayan sizsiniz, çevrimiçinde bir sayfasınız çünkü. Çevrimdışı olmak, var olmamak gibi bir şey. Varlığınızdan kimsenin haberi yok; sosyal medyada yoksunuz, bir hiçsiniz. Online, yani çevrimiçi olmak, bir varoluş sorunu artık: ‘Online’ olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu! Ya online olacak ve çevrime dâhil olacaksınız ya da çevrimdışının hiçliğinde kaybolacaksınız. Çevrimdışı olan, kapitalist dolaşıma dâhil olmayandır. Dolaşıma dâhil değilseniz, yok sayılırsınız, esameniz okunmaz. Bugün esamesi okunanlar, çevrimiçinde merkeze yakın yörüngelerde dönüp duranlardır. Çevrimdışı kalmaya katlanamayanların, çok geçmeden merkeze boyun eğdikleri ve içeride kendilerine iyi bir yörünge kapmak için can attıkları görülüyor.
Bir de çevrimin içinde olup çevrimdışıymış gibi davrananlar var; çevrimiçinde çevrimin merkezini alabildiğine eleştirenler. Tüm enerjilerini, üstlendikleri rol gereği negatif bir şekilde tüketirler, tepkiseldirler. Oyun kurucu merkezdir. İktidarın kurduğu oyunda olumsuzlama rolü üstlenmişlerdir. Merkezin hamlelerine tepki gösterdiklerinde kendilerini iyi hissederler. Onlar için çevrimdışı olmak, oyun dışı kalmaktır, katlanamazlar. Ve oyuna katılmaya çok istekli oldukları için onların da bakışları ve zihinleri merkeze kilitlenmiştir.
İngilizce ‘online’ sözcüğü, hatta kalmak, bağlı olmak olarak da çevrilebilirdi. Ama Türkçede bu sözcüğe bulunan karşılık ‘çevrimiçi’, meselenin sadece bir bağlanma meselesi olmadığını, işin boyutunun sanıldığından çok daha vehim olduğunu gösteriyor. Çevrimiçi, ‘online’ın masumiyetini, daha doğrusu olumlu tınısını yerinden ederek tüm çıplaklığıyla neye maruz kaldığımızı, sadece bağlanmadığımızı, aynı zamanda bir çevrimin içine kapatıldığımızı da açık ediyor. Çevrimdışı kalmaya katlanamıyoruz. En insani, bırakınız insani olmayı, en hayati davranışımız, bağlantı, ilişki kurmak. Ama bağlandığımız ve çevrimiçi olduğumuz an, içinde bulunduğumuz ortamdan kopuyoruz; tıpkı açık havada yürümek yerine, ev içlerindeki yürüme bantlarında yürümek gibi. Çevrimiçi ilişki bantlarında yürüyor ve yerimizde sayıyoruz.
Bağlanamamak korkutuyor bizi ve bağlanamadığımız zaman hasta oluyoruz: Nomofobi. Ama bu bağlanma, tuhaf bir bağlanma; bizi her şeyden koparıyor, yeryüzünden, birbirimizden. Çevrimiçi olmak, kendi kuyruğunu yutan yılanı, Oroboros’u hatırlatıyor; habis bir döngünün içine hapsedilmiş, kendini yiyip bitiren, tüketen bireyleri. İngilizcede bu tür çevrime ‘vicious cycle’, ‘fasit daire’, bizde ise kısır döngü deniliyor. Dönüp dolaşıp hep aynı noktaya gelme durumu, dolap beygirlerinin yaşadığı. Dolap beygirleri gibi merkezin etrafından dönüp duruyor ve hep aynı noktada buluyoruz kendimizi ve tükeniyoruz.
Oysa devrim içi olmak, çevrimiçi olmaktan çok farklı. Devrim içi olmak, evrene açılmaktır, hayatın kılcal damarlarıyla bağlantı kurmak. Nietzsche’nin felsefe yapmak için kullandığı çekicini, yitirdiklerimize, hayata yeniden ulaşmak için kullanmak. Çekiç, sadece felsefe yapmaya yaramaz, hücrelerinizin duvarlarını da çatlatır, o pek sevdiğiniz kimliklerinizin kabuklarını. Kırılsın kabuklarınız ve içeri taze hava girsin! Evrenin esintilerini duyumsayın ve bırakın düşünceleriniz kanatlansın! Kanatlanan sadece düşünceler değildir, bedenler de kanatlanır. Boğucu havanın ağır bedenleri hafiflemiş, esintileri duyumsayan duyarlı bedenlere dönüşmüştür. Bedenler çevrimiçinin biteviye ritmi yerine evrenin çoklu ritimleriyle salınıma geçmiştir. Çevrimiçinde kendinizi tüketirken, devrim içinde kendinizi çoğaltırsınız ve çoğaldıkça kendinizi tanıyamazsınız. Çünkü devrim içi olmak, yeni formlar, yeni yaşam biçimleri yaratabilmektir.

2 Şubat 2019 Cumartesi

KİM KORKAR HEYÛLADAN?

Albrecht Dürer

Giorgio de Chirico
RAHMİ ÖĞDÜL
01.02.2019
Arapçası ‘heyula’; Yunancası ‘hyle’. Farklılaşmamış, biçimsiz ilk madde. Henüz formu olmayan ya da formun altındaki kaosun maddesi. Empedokles ve Aristoteles’de dört elementin ortaya çıktığı kosmozun ilk maddesi. Heyuladan, şekilsiz olandan çok korkuyoruz; korkumuz aslında madde korkusu. Heyuladan korktuğumuz kadar hiçbir şeyden korkmadık. Korktukça formlara sığındık, gökten zembille indirdikleri formlara. Platon’un göksel formlar lehine yeryüzünü değersizleştirmesi de yine madde korkusu. Maddenin kendi kendine devindiğini ve kendini biçimlendirdiğini inkâr edebilmek için aşkın formlar uydurduk. Maddeyi inkâr etmek, insanı da inkâr etmektir. Kendimizi inkâr ettikçe, iktidarını göklerden aldıklarını iddia eden despotların elinde kalıptan kalıba sokulduk, sesimiz çıkmadı. Yeter ki bir formumuz olsun!
Oysa bizim tutumumuz maddenin doğasına aykırı. Maddenin içkin aklı var. Madde göklerden medet ummaz. Açmazla karşılaştığında kendi çözer, dengesi bozulduğunda bir başka denge durumuna geçer ve kendine yeni bir form yaratır. Ama bizler, akıllı organizma olduklarını iddia edenler, başımız ne zaman sıkışsa, ne zaman yaşadıklarımızı anlatı haline sokamazsak, ne zaman dengemiz bozulsa, ne zaman kaosun koyu karanlığını duyumsasak, gözlerimizi yukarıya çeviriyoruz, göklerden hazır formlar bekliyoruz. Yeter ki kalıbımız bozulmasın! Kalıbınız bozulursa dengeniz bozulur ya da tam tersi. Kalıp ustaları, despotlar bunu bildikleri için kaosla korkuturlar sizi. Asalarını kaldırdıklarında tıpış tıpış kafesin içine gireceğimizi bilirler. Kafesin içine girenler çok geçmeden kafesin kalıbına bürünecek, kafesin içinden baktıklarında dünya parsel parsel görünecek gözlerine. Kafesin içinden baktıklarında sadece sınırlar vardır, mülkiyetin sınırları. Namus, kafeslenmişlerin ahlakıdır ya da kafeslenen bedenlerin güçsüzlüğü. Kafeslenenlerin gözünü mülkiyet bürümüş, başka da bir şey göremezler.
Albrecht Dürer’in perspektif aletini betimleyen gravürü, kafeslenen bir kadını mı gösteriyor yoksa kafesinin içinden bakan erkeği mi? Her ikisini de. Erkek, eril ideolojinin kafesine kapatılmıştır; kafes tellerinin arkasından bakar kadına. Ve baktığında kadını parsel parsel görür ve parsel parsel geçirir önündeki çizim kâğıdına ya da tapusuna. ‘Namus’ sözcüğünün Yunancası ‘nomos’. Bir arazi mülkünün sınırları demek. Yasa anlamına da geliyor. Bedenler iktidarın yasalarıyla kafesleniyor. Ve yeniden sormalı, kafeslenen kadın mı yoksa erkek mi? Kafeslenen, kendi kendini biçimlendiren maddedir; kafesleyen iktidar. Ama kafesin içinde bir heyûla yatıyor.
İktidarın işi, yaşamı kafeslerin içine kapatmak. Kafese kapattığı tüm yaşam süreçlerini denetlemeyi, yaşama topyekûn el koymayı arzuluyor. İstiyor ki yaşam yeniden üretebildiği bir malzeme, bir oyun hamuru olsun, yaşamı istediği biçime soksun. Mümkün mü? Bu, maddenin kendi içkin aklı olduğunu ve bu içkin aklın dışarıdan dayatılan her türlü biçimi bozduğunu inkâr etmektir. Ama iktidarın hakikati, maddenin inkârına dayanıyor. Maddeden çok korkuyor, heyûladan, biçimsiz olandan. “Şer, biçimsizdir” (Halesli Alexander).
Madde bir açmazla karşılaştığında, dengesi bozulduğunda bir yolunu bulup yeni bir denge durumuna geçiyor. Yeryüzündeki formların çeşitliliğine ve çokluğuna baksanıza! Evrim dediğimiz, maddenin kaosla dansıdır; denge ile dengesizlik arasındaki ip cambazlığı. Biz ise dengemiz bozulmasın diye iktidarın çürümeye yazgılı formlarına tav oluyoruz. Peki, niye durmadan şikayet ediyoruz? Bırakın, bozulacaksa bozulsun formunuz, dengeniz de. Siz maddesiniz, yeni bir form ve yeni denge yaratacak güçtesiniz, kudretlisiniz. Heyûla da sizsiniz! Komünist Manifesto size sesleniyor: “Avrupa’da bir heyûla geziniyor, komünizmin heyûlası”. Sadece Avrupa’da da mı? Yeryüzünde, iktidarın kafeslediği tüm bedenlerin içinde. Heyûladan korksa korksa iktidar korkar, siz niye korkuyorsunuz ki?