25 Kasım 2018 Pazar

BALTALAR, AĞAÇLAR VE ORMAN

Alexandra Dillon

Vladimir Kush

Fascio
RAHMİ ÖĞDÜL
23.11.2018

“Görünür manzaranın görünmez başka manzaraları gizlediğinin tamamen farkına vardığımızda kendimizi bir ormanın içinde hissederiz” (José Ortega Y Gasset, Quijote Üzerine Düşünceler, YKY). Ormanın içindeyiz. Görünen manzara, bildik manzaradır. Önde ağaçlar. Manzaraya baktığımızda, ağaçların yanı başında baltayı görüyoruz ve ağaçların arasında koyu ve derin bir karanlık, orman.

Balta, ağaçları buduyor. Henüz filizlenmiş taze düşünceleri, uzamın içine yayılarak gövdesinin mekânını genişleten dalları kesiyor önce. Ve biraz dikkatlice bakınca, balta sapının, başka sopalarla güçlendirildiğini fark ediyoruz; bu tür baltalara ‘fascio’ deniyor, Batı tarihinden biliyoruz. ‘Fascio’nun manzarayı kapladığı zamanlar, faşizmin zamanlarıdır; Mussolini bir ‘fascio’ydu mesela. Ağaçlar, gizil kuvvetleri, manzarayı değiştirecek olanları saklıyor. Alman atasözü: “Ağaçlar ormanı görmemize müsaade etmiyor.”

Balta Boşuna Çabaladığını Biliyor
Balta ağaçları buduyor, fakat orman, balta girmemiş olandır. Ve balta asla ormana giremeyecek. Balta, ormandan korkuyor ve elinden gelen tek şey karşısına çıkan ağaçları budamak. Derin ve koyu bir karanlık olarak orman ağaçların arasında. Orman, baltanın kâbusu olmaya devam edecek. Balta korkuyor, ağaçlara saldırmasından belli. Orman hep daha derine kaçıyor. “Orman daima bulunduğumuz yerin biraz ötesindedir. Bulunduğumuz yerden az önce ayrılmıştır ve geriye sadece taze izi kalmıştır” (Gasset). Balta, ormana asla ulaşamayacak. Yeryüzündeki tüm ağaçları budasa da orman yaşayamaya devam edecek, gölgeli kuytularda, içimizin kıvrımlarında. Balta boşuna çabaladığını biliyor, ama korkuyor, korktukça saldırıyor.

Şimdilik görünen manzara bu. Manzaranın değişmesini istemiyor olabilir miyiz? Yoksa sizde mi ormandan korkuyorsunuz? Orman tedirgin edicidir. Manzaranın değişmesi için ağaçların arasına, derin ve koyu karanlığa yürümeniz gerekecek. “Ama şimdi kim yürüyecek?” diyebiliriz, rahat ve güvenli koltuklarımızda oturmak ve manzarada olup bitenleri izlemek varken. Alıştık, alıştırıldık, izleyici koltuklarına. Dünya, rahat koltuklarımızdan izlediğimiz bir sahne. Her gün baltanın başrolde olduğu hep aynı oyunu izlemekten usanmadınız mı? Yoksa Aristotelesci bir ‘katarsis’ mi yaşıyorsunuz? Seyrettikçe arınıyor musunuz? Olabilir. Baltayla özdeşleşmek için yeterince donanımımız var. Hepimiz küçük baltalar olarak donatılmadık mı? Balta, budadıkça tüm ağaçları kendisine benzetiyor. Balta, budanmış ağaçları seviyor, dümdüz, çıkıntısı, pürüzü olmayan ağaçları. Bizden farklı olanların pürüzlerini gidermedik mi? Atasözü: “Balta değmedik ağaç olmaz.” Manzara birden değişiyor, artık ön planda ağaçları değil, birbirine tıpatıp benzeyen baltaları görüyoruz. Ağaçlar baltaya dönüşmüş. Baltalar, ormanı görmemize müsaade etmiyor.

Pürüzlü, kıvrımlı yapısıyla karanlık orman; önünde baltalar. O da ne? Balta kıtaları ormanın içlerine ilerliyor: “Baltalar elimizde/upuzun ip belimizde/Biz gideriz ormana/Hey ormana.” İlerliyoruz ve önümüze çıkan ağaçlara, bizden farklı olanlara sağlı sollu vuruyoruz: “Ağacın yanında dur/Baltayı sağından vur/Bir de sol taraftan/Vur kuvvetli.” Biz vurdukça neşeli bedenler kederli varlıklara dönüşüyor, için için yanacak odunlara. Ve neşeli oluşlar kederli varlıklara dönüştükçe, rahat koltuklarımızda zevkten dört köşe oluyoruz: “Kışın odun yanınca/Alevler parlayınca/Şarkı söyler oynarız/Hey oynarız.” Şimdi hep birlikte söyleyelim baltaların şarkısını. Ve hep beraber eğilelim büyük baltanın, ‘fascio’nun önünde. Ama orman asla yok edilemeyecek. Çünkü orman içimizin kuytularında. Atasözü: “Ağaca balta vurmuşlar, ‘sapı bedenimden’ demiş.” Her balta sapı, bir zamanlar ağaçtı, hatırlayın. Ve orman, firari ağaçlarla doludur; henüz görünmez olan gizil kuvvetlerle. Görünür olduklarında manzara değişecek. Orman yürüdüğünde iklim de değişecek, özgürlük gelecek.

18 Kasım 2018 Pazar

YÜKSELMİYORUZ, DÜŞÜYORUZ!

Ken Vrana
RAHMİ ÖĞDÜL
16.11.2018

İktidar bize tepeden bakıyor, ama sokakta, tam da yeryüzünde olduğunuz bir anda, çaktırmadan aranıza girebilir ve hiç fark ettirmeden bulaşabilir size. Hiyerarşik bir tabakalaşmaya göre biçimlendirildiğimiz bir dünyada, her türlü biçimin göklerden geleceğine dair bir beklenti var. Ama iktidar yatay düzlemde, tüm ilişkilerin arasına sızarak iş görüyor. Aralarda kendini yeniden üreterek biçimlendiriyor bizi. Gustav Landauer çok haklı: “Devlet bir ilişkidir, insanlar arasında bir ilinti; insanların birbirine davranışlarının bir tarzı.” İktidar tepeden duruyor, ama onu yukarıda değil, aralarda, kurduğumuz ilişkilerde aramalıyız. Mesela bir kafede dostlarınızla birlikte oturuyorsunuz. Ve dünyanın başka türlü olabileceğine dair birlikte düşünmeye başlıyorsunuz. 

Kazı kazan!
Kapitalist bir distopya yerine, yüz yüze ilişkilerle birlikte kurabileceğimiz, emeğimizle biçimlendireceğimiz bir dünyada yaşamaktan söz ederken, birden masanıza milli piyangocu yaklaşıyor ve o sihirli sözcükleri fısıldıyor kulağınıza: “Kazı kazan!” Yorulmuşsunuz belki, konudan uzaklaşıp gündelik hayata katılmak istemiş olabilirsiniz ve piyangocunun çağrısı da cazip gelmiş olabilir. Ya da zorunluluklar dünyasından rastlantının dünyasına kaçmak istemiş de olabilirsiniz. Ve kazanmak için kazımaya başlıyorsunuz. Peki neleri kazıyorsunuz acaba?

Kesinlikle kazıdığımız ve kazıyarak sildiğimiz belleğimizdir, kazandığımız ise yalnızlık. Kazımak, kapitalizmin işidir. Bellekleri, doğal ve toplumsal yatay ağları, toplumsal dayanışmayı kazıdıkça kazanıyor ve üstelik tüm bunları bize kazıttırıyor, ama biz kazıdıkça kaybediyoruz, tuhaf değil mi? Kazıdıkça yeryüzünü, belleğimizi, birbirimizi yitirdik. Ve hâlâ iktidarın sesi çınlıyor içimizde: “Kazı kazan!” İlişkilerimizi içeriden dolayımlıyor ve farkına varmadan iktidarı yeniden üretiyoruz. Ve öyle bir noktaya geliyoruz ki, tıpkı Panoptikon’da olduğu gibi, iktidar tepedeki yerinde olmasa da, bize tepeden bakmasa da, biz yine de onu üretiyoruz. Hep birlikte belleklerimizi, kırılgan ekolojik ilişkiler ağını, toplumsal dayanışmayı kazıdıkça kazıyoruz. Kazdığımız, kendi kuyumuzdur. Ve düşüşümüz başlıyor.

Kapitalist distopya, kaderleri şirketlerin insafına terk edilmiş, belleksiz ve kederli parçacıkların serbest düşüşüdür. Olur ha düşerken, birbirleriyle karşılaşıp ilişkiye girmesinler, yaşanası yeni bir dünya kurmasınlar diye, kederli parçaçıkların düşüşlerini bile şeritlere ayırmışlar, herkes kendi şeridinde düşüyor. Ve bu kederli düşüşü, ne yazık ki yükseliş olarak algılıyoruz. Üniversitelerdeki kariyer günlerinde gençlere yükseliş vaat eden şirket, yeryüzünün ve doğanın düşüşüne katkı sağlayacak yandaşlar arıyor. Yükseldiğimizi düşünürken, hep birlikte hiçliğin boşluğuna düşüyoruz. Yeryüzü, sömürülecek bir kaynak, doğa ise alt edilecek bir düşman gibi görüldüğü sürece, şirketler yükselecek, biz de düşmeye devam edeceğiz. Yükselmek, yeryüzünden kopmaktır, uzay boşluğuna düşmek.

Yükseğe, Hep daha yükseğe!
Düşüş, tam da yükseldiğimizi sandığımız anda başladı. Yeryüzüne sadık kalmalıydık. Ama içimize iktidar kaçmıştı. “Yükseğe, hep daha yükseğe!” diyordu içimizdeki ses, “kazı ve yüksel!” Kazıdıkça yeryüzüne ve birbirimize ihanet ettik. Varoluş düzlemimizi, dayanağımızı kazıdıkça, kendimizi ve biribirimizi yitirdik. Yeryüzünde kalmalıydık. Ve yeryüzünün belleği yerine, yeryüzünden kapitalizmi kazımalıydık. Yıkıntıların altında kalmış dayanışmacı ilişkileri, kolektif varoluşumuzu yüzeye çıkarmak için. Ama iktidar aramıza sızdıkça birbirimizin, yeryüzünün kuyusunu kazıyoruz hâlâ. Dayanaktan yoksun olduğumuzda var olamayacağımızı, dayanağın yeryüzü olduğunu ve bu dayanağın bizleri doğurduğunu hatırlamıyoruz artık. Doğa her şeye rağmen durmadan doğuruyor, ama biz, doğayı, döl yatağını kazımaya devam ediyoruz. “Ayın elemanı” değil, yeryüzünün elemanı olmak gerek.

13 Kasım 2018 Salı

OTEL PROKRUSTES

William Blake

RAHMİ ÖĞDÜL
09.11.2018

Maddenin kendi kendine hareket ettiğine ve kendini biçimlendirdiğine dair bilgiyi unuttuk. Dolayısıyla maddeden oluşmuş bizlerin de kendimizi biçimlendirebilme kudretine sahip olduğumuz bilgisi de belleklerimizden silinip gitti. Ve edilginleştik, kendi hayatlarımızı biçimlendirmekten aciziz. Kendilerini, edilgin maddeyi biçimlendiren etkin bir kuvvet olarak dayatanların elinde oyuncak olduk. Ve başımıza neler gelmedi ki? Olmadık şekiller denediler üzerimizde. Hâlâ da deniyorlar.

Halesli Alexander’ın dediği gibi, “şer, biçimsizdir”. Bizler biçimsizdik ve kötüydük. O halde form dayatanlar iyi olmalıydı. Ve Platon’un göklerdeki aşkın form repertuarından yeryüzüne biçim indirenleri başımızın tacı yaptık, ama yanıldık. Üzerimizde acayip biçimler denediler, ama henüz tam üzerimize oturan bir biçim bulamadık. Demiurgos’un biçtiği giysiler ya dar geliyor ya da bol. Ya bedenimizi deli gömleği gibi kıstırıp bizi boğuyor ya da boşluk içinde birbirimizi, uzuvlarımızı kaybediyor, birbirimizle bağlantı kuramıyoruz. Ve göklerdeki terzinin asla bize uygun bir giysi biçemeyeceğini anlamak istemiyoruz. Demiurgos, kendi tahayyülündeki dünyayı biçimlendiriyor. Bize biçtiği biçim, ölüm döşeği olabilir ancak.

Nitekim Prokrustes'in işlettiği bir otelde yaşıyoruz ve Prokrustes'in yataklarında ağırlanıyoruz. Otelin sahipleri, güçlerini göklerden alan tanrı-krallardır. Ülkeleri, ölümlü varlıkların geçici olarak konakladıkları konaklama tesisine dönüştürdüklerinde, tesislerin işletmesini Prokrustes’e vermişler, o da otelleri kendi turizmcilik anlayışına göre işletmeye başlamıştır. Peki, kimdir Prokrustes? Devasa oteller zincirinin işletmesini devralmadan önce, kendi evini mütevazı bir pansiyon olarak işleten küçük bir girişimci. Pansiyonda kazandığı tecrübeyi ve konaklama anlayışını, şimdi otellerinde uygulama fırsatı yakalamıştır. Yunan mitolojisinde Prokrustes, yoldan geçenleri ağırlamak üzere kendi evine davet eden ve konuğunun boyunu yatağının boyutlarına uydurmaya çalışan bir hayduttur. Konuklarını soyup soğana çevirdikten sonra bedenlerine yaptığı işkencelerle ünlenmiştir. Bedenleri yatağa sığmadığında, fazla gelen uzuvlarını kesiyor ya da yatak büyük geldiğinde, bedenlerini çekerek uzatıyordu. Her hâlükârda Prokrustes’in yatağı, ölüm döşeğidir ve Otel Prokrustes’te sadece ve sadece sakatlanmış bedenler ve ölüler konaklayabilir ancak.

Prokrustes uygulamalarıyla otelcilik sektöründe başarısını kanıtlamış bir turizmcidir artık. Bedenleri yatağa uydurarak öldürme ya da sakatlama işininin yanı sıra, hazır ölüler için konukevleri tasarlayan ve gelecek ölü konuklar için yatak kapasitesini arttıran başarılı bir girişimci. Geçen hafta basına yansıyan haberlere göre Prokrustes, bir ilçede 5 dönümlük bir araziye ilçede hiç şehit olmadığı halde, “belki şehit gelir” diye şehitlik açmasıyla girişimcilikte ne denli yaratıcı olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. Sektördeki gelişmeleri önceden görebilme yeteneği vardır. Yine bir başka ilde hapishane açacağının müjdesini vermiştir. Yatak kapasitesini arttırdığına göre, anlaşılan Otel Prokrustes’te konuk patlaması yaşanacak.

Kendi hayatlarımızı biçimlendiremediğimiz takdirde, bizleri bekleyen Prokrustes’in yataklarıdır. Oysa felsefe tarihi, kendi kendini biçimlendiren maddeyle başlamıştı. “Kendiliğinden hareket eden madde fikri İyonyalı doğa filozoflarının hepsi tarafından paylaşılan temel bir fikirdi. Düşüncelerinin ayrıldığı yer, bu kökensel maddenin ne olabileceği sorusuydu” (Karatani, İzonomi, Metis). Asıl meseleleri, toplumun da, maddeye ve doğaya içkin olan akla göre kendi kendini biçimlendirebilmesiydi. Maddeye içkin aklın evreni biçimlendirmesi gibi, doğanın aklının dışavurumu olan insan da hem kendi bedenini hem toplumsal bedeni doğayla uyumlu şekilde biçimlendirebilirdi. Fakat şimdi Prokrustes’in yataklarında, başımıza geleceklerden haberdar, derin uykulara daldık.

3 Kasım 2018 Cumartesi

UFKA DOĞRU KOŞANLARIN KAHKAHASI

Lucy Campbell

RAHMİ ÖĞDÜL
02.11.2018

Yaban hayatını korumak gerek. Adını sanını bilmediğimiz bitkileri ve yabani hayvanlarıyla, içimizdeki yağmur ormanlarını, tundraları, okyanusları korumalıyız. İçimizi de buldozerlerle düzleştirmek, betonla kaplamak isteyenler var. Ama henüz başaramadılar. Personalarımız evcilleşmiş olabilir, ama içimizin kıvrımlarında yabani hayvanlar dolaşıyor.

Derinlerden gelen kurt sesleriyle ürperdiğimiz, tüylerimizin diken diken olduğu zamanlar olmuştur; tekinsiz olanın, tanıdık yabancıların sesleri. Böyle anlarda televizyonun ya da müziğin sesini açıyoruz, tanıdık yabancıların, içimizdeki yabanilerin seslerini bastırsın diye. Jack London’ın Yabanın Çağrısı romanındaki köpek Buck gibi, yaban bizi de çağırıyor, ama duymazlıktan geliyoruz. Evcilleştirildik. Evcilleştirme, efendiye itaat etme sürecidir.

Kurtlar ve insanlar, her ikisi de bir zamanlar yan yana yaşadılar ve birlikte aynı avın peşine düştüler; zor, ama özgür zamanlardı. İnsanlar sürü halinde avlanmayı ve av taktiklerini belki de kurtlardan öğrenmişlerdi. Bazen de birbirlerini avladılar. Yaklaşık 30 bin yıl önce, köpeğin atası o kurt insanın eline düştüğünde başına geleceklerden habersizdi. Ama sonunda ona itaat etmeyi öğrettik ve köpeğe dönüştü. Biz de yerleştik ve evcilleştik; evcilleşme sonunda tanrı-krallara itaat eden kullara dönüştük. Ve isyan etmeyelim diye kesintisiz eğitim alıyoruz şimdi. Kulaklarımıza durmadan efendinin kendisi olduğunu fısıldayan eğitmen-efendilerimiz var. National Geographic Channel’da köpek eğitimi programları yapmış Cesar Millan ya da nam-ı diğer Köpeklere Fısıldayan Adam, “Köpeklerin bir lidere ihtiyacı vardır” diyor ve ekliyor: “Köpeklerin arzuları basittir: Düzenli egzersiz, istikrarlı bir lider.” Ve köpekleri boyun eğdikleri zaman sevecektik: “Sevginizi... köpeğiniz davranışlarını sizin istediğiniz yönde değiştirdikten sonra ya da emirlere itaat ettikten sonra gösterin”. Ve oyun oynatacaktık onlara: “Yakalama oyunu gibi çeviklik kazandıran ya da ödül odaklı oyunlar oynatarak itaat etmesini sağlayın.” Oyunlarla eğitiliyoruz, iktidarın kurduğu tuzakları oyun sanıyoruz.
İtaat ediyoruz

Evcil, uysal ve itaatkâr hayatlar sürüyoruz. Özgürce yaşamak varken, çitlerin içinde emirlere itaat ediyoruz şimdi. Ve seviyorlar bizi, seviniyoruz. İnsanlar ve köpekler aynı kaderi ve kederi paylaşıyor. Evcilleştirme süreci, yapay seçilim sürecidir; insanın ve köpeğin en uysallarının hayatta kalmasına izin veriyorlar. Korkuyorlar. Yabanın çağrısına yanıt vereceğimizden korkuyorlar; efendinin komutlarına kulak asmayacağımızdan. La Loba’dan korkuyorlar. Kurtlarla Koşan Kadınlar’da Clarissa P. Estés, Kurt Kadın La Loba’nın öyküsü anlatıyor (Ayrıntı). La Loba’nın işi kemik toplamak ve saklamaktır, dünyadan kaybolma tehlikesi olanların kemiklerini. Kurdun kemiklerini tek tek toplar ve iskeleti tamamladığında ateşin yanına oturur ve şarkısını söylemeye başlar. Ve şarkı söyledikçe kemikler canlanır, ete ve kürke bürünür. “Kurt gözlerini açar, ayağa kalkar... kurt birden bire, özgürce ufka doğru koşarak kahkahalar atan bir kadına dönüşür.” Kahkahalar atarak ufka doğru koşanların tek bir sınırı vardır: Ufuk. Ama sahte ufuklarla çevirdiler etrafımızı; vitrinleri ufuk sanıyoruz.

Ufka doğru kahkaha atarak koşanlar, eğitildiklerinde, çitlerin arasına sıkışmış, itaatkâr ve kederli varlıklara dönüştüler. Kurt, ilk evcilleştirilen hayvandır. Kurtların köpekleşmesi tarihi, insanın doğa ve insan üzerinde tahakküm kurmasının tarihidir. Kurdu evcileştirdik ve kurttan geriye evcil köpekler kaldı. Doğanın efendisi olduğumuzu sanmıştık, ama aramızdan efendiler çıktı ve bizi de evcilleştirdiler. Ve insandan geriye kullar kaldı. Fakat içimizde kara ormanlar var; derinlerinde, ufka doğru koşmaya hazırlanan kurtların kahkahaları çınlıyor. Ve özgür olduğumuz, efendisiz zamanları özlüyoruz. Yaban hayatını kapitalizmin elinden kurtarmak gerek.