1 Nisan 2021 Perşembe

SIMSIKI KAVRANDINIZ

 25.12.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

Kavram sözcüğü kavramaktan geliyor. Ancak kavradığınızı kavramlaştırırsınız ya da kavramlaştırılmışsanız, kavranmışsınızdır demektir. Kavramanın dereceleri var. Hafifçe kavrayabilir, kavradığınız şeye hareket edebilme, kaçıp gitme özgürlüğü tanıyabilirsiniz. Tekrar avcunuza konduğunda, onun ilk kavradığınız şey olmadığını fark edersiniz, değişmiştir; yeniden kavramlaştırırsınız. Ama bizim kavrayışımız çok güçlü, bir kerede kavrıyor ve çok iyi kavrıyoruz; kavrayınca öldürüyoruz. Avcumuzun içinde o kadar sıkıyoruz ki, sonunda o şey nefessiz kalıyor. Ve kavradığımız şeyin, ölü bir kavrama dönüştüğünü fark etmiyoruz bile. Hayatımız ölü kavramlarla dolu. Bizler de aynı şekilde, kavrandıkça ölü kavramlara dönüşüyor, ölü kavramlar olarak dolaşıyoruz ortalıkta. Ve bu ölü kavramlarla hayatı, birbirimizi, ilişkilerimizi, başımıza gelenleri açıklamaya çabalıyoruz. Anlatılarımız, nekropoliste geçiyor; ölü kavramlar kentinde. Ölü kavramlarla ölüleri açıklayabilirsiniz ancak. Sorun, yerleşik hayata geçmekten kaynaklanıyor olabilir mi? Belki de.

İnsanlık tarihinde ilk yerleşenler ölülerdi. Paleolitik dönemde göçebelerin ölülerini belirli bir yere gömme ve ziyaret etme alışkanlıkları vardı. Lewis Mumford nekropolis’in kentleri öncelediğini söylüyor: “Canlıların kentinden önce ölülerin kenti vardı. Bir anlamda ölülerin kenti her canlılar kentinin öncülü, neredeyse onun özüdür. Kent hayatı, ilk insanın ölülerinin gömülü olduğu alanlarla, tarih boyunca sayısız uygarlığın son nefesini verdiği yer olan nihai mezarlık – Nekropolis – arasındaki tarihsel alanı baştan sona kat eder” (Tarih Boyunca Kent, Ayrıntı). Canlıların kentinin sonunda ölülerin kentine dönüşmesi kaçınılmazdı. Önce ölülerini yerleştirenler, daha sonra kendilerini, düşüncelerini ve kavramlarını yerleştirdiler. Yeryüzünün kuvvetleriyle devinen bedenler yerleşince, düşünce de kaçıp gidenin izini sürmek yerine kaçanı yakalayıp ölü bir kavrama dönüştürmeye başladı. Ölü kavramlarla döşedik zihnimizi. İzini sürdüğümüz, hayattı; sürekli kovalardık. Sıkıca kavradığımız da, hayat; hayatı öldürdük. Kentler son nefeslerini çoktan verdiler. Şimdi nekropoliste yükselen mega-lahitlerin içlerinde hâlâ yaşadığına ve düşündüğüne inanan ölüler dolaşıyor.

Kurosawa’nın Dersu Uzala (1975) filmini yeniden izledim. Hatırlayalım; doğanın işaretlerini okuma becerisiyle, kentten gelen ve bölgenin haritasını çıkarmakla görevli subaya kılavuzluk eden bilge insanın öyküsü. İzlerken, durmadan değişen doğanın işaretlerini okuma becerisini yitirdiğimizi ve kapatıldığımız göstergeler imparatorluğunda üretilen işaretler sistemi ile nasıl da ölü göstergelere, kavramlara boyun eğerek köleleştirildiğimizi düşündüm. Kavramların içine hapsolmuş varlıkların artık yeryüzüyle, hayatla pek ilişkisi kaldığı söylenemez. Filmdeki haritacı gibi, doğanın haritasını çıkarıp, capcanlı bir ortamı ölü kavramlarla donatmak peşindeyiz hâlâ. Nekropolis sakinleri, efendilerinin onları kavramlaştırıp tanımladığı sözcüklerle adlandırıyorlar kendilerini. Efendi bir kerede kavrar ve çok iyi kavrar. Başka türlü olabilecekleri, aralarında başka türden ilişkiler kurabilecekleri akıllarından geçiyordur mutlaka, ama kavram dışı kalmak korkutuyor olabilir. Kavram dışı kalmak, var olmamaktır. Nekropolis sakinleri, kavram dünyasında var olabilmek için mücadele ediyor ve sonunda ola ola, sıkıca kavranmış ve nefesi kesilmiş ölü bir kavram olabiliyorlar ancak.

Bir şey sıkıca kavrandığında, o şey tüm imkânlarından, yaşamdan soyutlanmıştır. Bir kadın ya da bir erkek yahut herhangi bir kimlik olarak kavrandığınızı düşünün. Kavranmak, aynı zamanda tanınmaktır. Kimlik mücadelesi, tanınmak için verilir. Tanınan, gerçekten siz misiniz yoksa sizi tanıyanların bir tanımı mısınız? Tanımda, kaybeden tanımlanandır. Kaybettiği, kendi potansiyelleridir. Tanımlayan, şimdiki hâliyle o şeyi kavramış ve henüz ortaya çıkmamış gizil güçlerini bastırmıştır. Çok tehlikeli bir kavrayış. Kim kimi kavrıyor ya da tanıyor? Kimi kez efendinin kavramlarına karşı çıkarken bile kendilerini bu kavramlara göre konumlandıranlar var. Kavrandınız bir kere, hem de sımsıkı, kıpırdayamıyorsunuz. Oysa kavrayıştan kaçanlar da var; virüse bakın, durmadan mutasyon geçiriyor.

OLAY TENDE GERÇEKLEŞİR

 18.12.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

Olay tende gerçekleşir, bedenlerin bedenlere dokunduğu yüzeyde. Duyu organlarımız tenin yüzeyindedir. Ten görür, ten koklar, ten işitir, ten dokunur, şeylerin tadını ayırt eden de tendir. Kısaca ten duyumsar. Estetik deneyim tenseldir. Yunanca ‘Aisthetikos’, doğrudan duyumsamayla ilgili bir sözcük; “duyumsamayla algılanan şey”. ‘Aisthesis’ ise duyuma dayalı algı deneyimi. Susan Buck-Morss’un belirttiği gibi, estetiğin başlangıçtaki alanı sanat değil, gerçekliktir, yeryüzüdür, doğadır (Rüya Alemi ve Felaket, Metis). Estetik; bir bedenin tüm duyu organlarıyla yeryüzünü duyumsama edimi. Ten duyumsadığında, bir duygu dalgası kateder yüzeyini. “Duygu... bir olaydır ve her olayın bir boyutudur” (Massumi, Duygu Politikası, Otonom). Olaylar, dalgalar halinde gelir ve geçerler, ama asla kaybolmazlar; derinlere çekilirler. Unuttuğunuz ya da bastırdığınız olaylar vardır. Derinlerde, suskunluğun karanlık sularında, Lethe ırmağında akmaya devam ederler.

Ten, ötekilerle buluştuğumuz zemindir. Tende kurulur topluluklar ya da tende parçalanıp dağılırlar. Ten, sevginin ve nefretin toprakları. Ten mahrem olan ile kamusal olanın karşılaştığı yer. Sofralar tende kurulur, kalkan kadehler tenlere dokunur: “Cam cama can cana”. Nerede bir araya geliyorsak, orası tendir. Ten, toplumsallaşmanın oyun sahası. Oyunun tek bir kuralı vardır, teni incitmemek. Ten kırılgandır. Teni incitenler hatalarını fark ettiklerinde ve davranışlarını değiştirdiklerinde yeniden oyuna katılabilirler. Aksi takdirde oyundan sonsuza dek menedilirler. Oyundan menedilenler, kendi aralarında sadomazoşist bir kulüp kurabilir ve oyunlarına kaldıkları yerden devam edebilirler. Biz oyunu, teni incitmeden oynamak istiyoruz; etkilenip etkilediğimiz, birbirimizi üretebildiğimiz tek yüzey. Tenin yüzeyinde sevinç duygusunun dalga dalga yayılması, tüm bedenleri ele geçirmesi ve bedenlerin birlikte güçlenmesidir amacımız. Duygular politiktir.

Ten coğrafyadır. Toplumsal mücadele tende geçer; teni mülk edinmek isteyen eril iktidar ile tenin göçebe kuvvetleri arasında. Bedenlerin üzerinde tahakküm kurmaya kalkışanlar, ilk önce teni haritalandırır ve sömürgeleştirirler. Haritalandırılmış bir ten, yer ve işlevlerine göre sınırlanmış bölgeler ve izlenmesi gereken yollarla işaretlenmiştir. Kadastrocunun çizdiği sınır kutsaldır. Sınırları ihlal edilmiş bir beden ve sınırları ihlal eden, mülkiyet yasalarına göre ölümü hak ederler. Tenin mülkiyet yasalarına tabi kılınması, mekânın yerleşik hâle getirilip haritalandırılmasıyla eşzamanlı gerçekleşmiştir. Haritalandırılsa da tenin göçebe kuvvetlerinin sınırları hiçe sayması an meselesi. Ten, göçebe bir yüzeye dönüştükçe mülkiyet ilişkilerinden sıyrılır. Çatışma, mülk sahipleri ile tenin yüzeyinde hareket eden göçebeler arasında sürüp gider. Duygular göçebedir. Göçebelerin geçici konaklama yerleri vardır. Duyguların konaklama yerleri her gece değişebilir.

Kutsal metinlerde ten şeytanidir, baştan çıkarıcı. Baş; aklın yeri. Aklınızı çoktan ele geçirdiler, çıkın artık başınızdan! Ele geçirilmiş aklınızın kurtuluşu tendedir. Tenin göçebe kuvvetleri, verili haritaya uymazlar; arzuları, kaçış çizgileri icat etmek ve özgürleşmektir; kendi haritalarını çıkarmak. Ve harita, tenin yeğinlik bölgeleri değiştikçe durmadan değişecektir, aklınız da. Tenin nelere muktedir olduğunu asla bilemezsiniz, ten sizi şaşırtır. Sadece sizi değil, teni haritalandırmaya, tenin göçebe kuvvetlerini yerleştirmeye kalkışanları da. Bu yüzden iktidar, teni şeytani ilan etmiştir. Rasyonel planlarını bozan bozguncuların, iblislerin mekânı: “İblisler tanrılardan farklıdır, çünkü tanrıların sabit nitelikleri, özellikleri ve işlevleri, yurtları ve kodları vardır: yollarla, sınırlarla ve harita çıkarmayla ilgilidirler. İblislerin yaptığı ise, aralıklar boyunca, bir aralıktan diğerine sıçramaktır” (Deleuze). Ten, eril iktidarın fetih seferleri düzenlediği ‘terra incognita’dır; fethettiğinde fallik nesnesini dikeceği bir yüzey. Ten, direnişin coğrafyasıdır; düzenli ordulara karşı gerillalar. Göçebe kuvvetler kimi zaman geri çekilir ve derinlerde birikip güçlenirler. Ve birden yüzeye çıktıklarında eril iktidarın fallik anıtları yıkılacaktır; hepsi kumdan kale. Ten, yerin yüzeyidir, yeryüzüdür!

HAYAL GÜCÜ İKTİDAR OLABİLİR Mİ?

 11.12.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

Kaldırım taşlarının altında kumsalın olduğu zamanlardı. Taşı kaldırdığınızda deniz kokusu gelirdi burnunuza. Her beden bir kum tanesiydi; her kum tanesinin dünyayı içerdiği ve dünyada içerildiği, bedenlerin kumsala vuran toplumsal dalgalarla yıkandıkları zamanlar. Sonra kaldırım taşlarını söktüler yerlerinden ve kaldırımlar, kaldırım taşı görünümü verilmiş yekpare betonla kaplandı. Kum taneleri de çimentonun harcına katıldı ve betonun içinde donup kaldılar. Kumsalda toplumsal dalgalarla yıkanırken hayallerimiz vardı ve hayallerimizi iktidara taşımak istiyorduk. Hayaller de dalgalar gibidir, yatay olarak yayılırlar kumsala. İktidara taşırsanız yükselmeniz gerekecek; hayaller yükseldikçe katılaşır. İktidara ulaştıklarında betonlaşmışlardır. Hayal gücü iktidar olabilir mi? Baudrillard, 1968 sloganı “Hayal gücünün İktidarı!”nı hatırlatarak, bu illüzyondan kurtulmamız gerektiğini vurguluyor. Ve ekliyor: “İktidar zekâ gerektiren bir şeyse, bu durumda aptallığın nasıl olup da iktidarda kalabildiği sorusu yanıtlanması gerekir, bununla birlikte iktidarı nadiren ele geçirebilmiş olan tarihi zekâ örneklerinin de çoğunlukla kısa bir süre sonra aptallaşmış olduğu söylenebilir” (Karnaval ve Yamyam, BÜY). Aptallaşmaya betonlaşma da diyebilir miyiz?

Diyebiliriz. Ayrı ayrı durdukları hâlde, kendi aralarında bağlantılar icat edebilecek yeteneklerle donatılmış varlıklar betonun içine gömüldüklerinde aptallaşırlar. Aptallaşmak, birden olmaz; ıslak çimento yavaş yavaş katılaşır ve sonunda zihinsel ve bedensel hareket yeteneklerini tümden yitirirler. Milliyetçilik betonu sever en çok. Bunu, bir zamanlar CHP lideri olan Deniz Baykal da söylemişti: “Milliyetçilik, bu milletin ana çimentosudur”. Doğduğu andan itibaren etrafındaki şeylere dokunan ve hayal gücü sayesinde olmadık şeyleri bir araya getirerek daha önce mevcut olmayan yaratıcı kompozisyonlar üreten varlık, vatan dedikleri betonun içine gömüldüğünde, iktidarın çok sevdiği birlik ve beraberlik ruhu canlanır. Canlanan betonun ruhudur. Betonun ruhu bedenleri ele geçirmekte ve “Yurttaşlar kitleler halinde kendilerinden düşünmelerini istemeyenlere oy vermektedirler” (Baudrillard). Betonlaşan kitlenin hayali, beton makinesi olabilir ancak. Hafriyat sanatçılarından Murat Turan’ın Deniz Baykal’ın beyanatı üzerinden ürettiği alternatif seçim afişlerinden birinde şu slogan yazıyordu: “Beton Millet Sakarya” (2007). Vatan, üzerinde tek bir otun bile bitmediği, çatlaklarda biten otların ise görüldükleri yerde ezildikleri beton bir yüzeydir.

Liberallerin hayallerine ne demeli? Bir zamanlar insanlığa özgürlük vadeden burjuvazinin iktidarında en çok insanlık ve yeryüzünün canı yandı. Parçaladığı toplumsal bedenin parçalarını makinelerde birbirine dikerek fabrikalarında, iliklerine dek sömüreceği proletaryayı yarattı. Yarattığı Frankenstein canavarı varlığını tehdit edince tekrar canavarı parçalarına ayırdı ve geriye, sadece tüketen, düşünmeyen bir zombiler sürüsü kaldı. Bugünlerde zombilerin en büyük sıkıntısı, tapınakları olan AVM’leri ziyaret edememeleridir. Mecburen zombilik çevrimiçine taşındı. Şimdi hayallerimizi çevrimiçinin koridorlarında gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Ama olmuyor. Tüketim için bile olsa hayal kurmak, bedeni gerektirir. Hayal kurmak, bedenler arasında yeni ilişkiler icat etmektir. Çevrimiçi ve milliyetçilik; her ikisinde de iktidar bedensizliği üretiyor. Birinde bedenler dijital ortamın, diğerinde betonun içine gömülüyor. İktidarın bedensizleştirme projeleri.

Hayal gücü iktidar olamaz, tabiatına ters. İktidar bedenleri sevmiyor çünkü. Hayal gücü parçaçıklarla çalışır, tıpkı evrenin atomlarla, atomaltı parçacıklarla çalışması gibi. Hayal gücü, yan yana gelmeleri engellenmiş bedenleri, farklılıklarına rağmen bir araya getirerek yeryüzünü bir içkinlik düzlemi olarak kurmaya meyillidir. Hep içeriden, aralarda çalışır. Bedenlerin kendi aralarında ne tür ilişkiler kuracakları ve bu ilişkilerin nasıl bir dünya yaratacağı açık uçludur; hayal gücü de. Hayal gücü, tekil bedenlerin bir arada yaşayabilecekleri aralıklar üretir. Ve aralıklar genişlediğinde beton çatlar. Betondaki çatlaklar ve çatlaklarda biten otlar hayal gücünün eserleridir.

ÖNCE YERYÜZÜ ÇARMIHA GERİLDİ

 04.12.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

İlk önce yeryüzünü çarmıha gerdiler, İsa henüz ortalıkta yoktu. Ardından yeryüzünün sakinlerini. Yerleştirildik. Yeryüzünün sömürgeleştirilmesi, yeryüzünün ve bedenlerinin çarmıha gerilme sürecidir. Sonra dekolonyal süreç ilan edildi. Özgürdük artık, ama tuhaf, hala çivili hâldeyiz; ne bedenimizi ne de zihnimizi hareket ettirebiliyoruz. Ve üstelik işkencecinin aletini ve bu alet üzerinde çivilenmiş halimizi kutsallaştırdık, çarmıhın üzerinde yaşamak ibadetin bir parçası. Ve işkencecinin bize reva gördüğü bu hayatı, kutsallaştırdığımız ritüellerle tekrarlıyoruz durmadan. Gündelik yaşamdaki ritüellerimiz çarmıha gerilmeye/germeye dayanıyor. Hayatın uçucu, gelip geçici şeylerini yakalayıp çiviliyoruz. Yeryüzünün çarmıha gerilmiş bedenindeki mekânlarda yaşıyor ve yine aynı formun üzerinde ve içinde düşünmeye çabalıyoruz. Oysa yaptığımız tek şey haç formundaki bir plan üzerine çivilenmiş bedenlerimizi ve zihinlerimizi biraz olsun kımıldatabilmek. Kımıldatabilirsek seviniyoruz. Nasıl da hüzünlü bir sevinçtir bizimkisi.

Kolonyalizm (sömürgecilik), çiftlik ve yerleşke anlamına gelen Latince ‘colonia’ sözcüğünden türetilmiş. Başka topraklara yerleşen Romalılar, bu yeni yerleşim yerlerine koloni diyor ve Roma yurttaşı sayılıyorlardı. Oxford sözlüğü kolonyalizmi şöyle tanımlıyor: “Yeni bir ülkedeki bir yerleşke... yeni bir yöreye yerleşen, anayurtlarına tabi halde ya da onunla bağlantısını koruyarak bir topluluk oluşturan bir grup insan; yerleşimi ilk olarak gerçekleştirenlerin soyu ve ardılları tarafından bu şekilde oluşturulan topluluk anayurtla bağlantıyı koruduğu sürece bu yerleşime “colonia” denir.” Ania Loomba’nın altını çizdiği gibi bu tanım, koloni kurulmadan önce orada yaşayan yerli halklardan, bu halkların bozulup yeniden yapılandırılmasından hiç söz etmiyor. (Kolonyalizm, Postkolonyalizm, Ayrıntı). Koloniciler, tıpkı Odyseus gibi evlerinden hiç ayrılmadılar. Evlerini, evin değerlerini, çarmıhı yanlarında taşıyor ve önce yerleşecekleri yeri çarmıha geriyor ve sonra da yerin yerlilerini çarmıhın üzerine çiviliyorlardı. Sadece bedenler değil, doğanın yerel ritimleriyle durmadan akan zaman da, anayurdun zamanına göre çivilendi. Şimdi o yerin yerlileri, kolonicilerin takvimindeki bayramları kutluyorlar. O yüzden bayramlarımız bile hüzünlüdür bizim.

Roma’da ve kolonilerinde, aynı zamanda yasa ve hukuk yaratıcısı olan kadastrocu sınırları tespit ederken, ‘groma’ denilen haç biçiminde bir araç kullanırdı. Sınırların ya da hudutların belirlenmesinde kadastrocunun özel bir önemi vardı. Kadastrocunun çizdiği sınır kutsaldı. Her kim sınırları siler ya da ihlal ederse, onu öldüren kişi ceza almazdı. Kadastrocu, merkezi noktası bir sırığın tepesine gelecek şekilde yerleştirilmiş ve uçlarında küçük birer ağırlık taşıyan dört ip bağlanmış haç sayesinde, doğru çizgiler çizerek araziyi ölçer ve sınırlarını çıkarırdı. Dik açıyla birleşen temel iki çizgi, kuzey-güney yönünde çizilen ‘kardo’ ve doğu-batı yönünde çizilen ‘decumanus’tu. Yerleşim yerinin iki ana yoluna karşılık gelen bu iki çizgi boyunca ya konutlar inşa ediliyor ya da ordugâh kurulması durumunda asker çadırları kuruluyordu (Agamben, Çıplaklıklar, Alef). Yeryüzü parsel parsel çarmıha gerilirken, çarmıhların üzerinde bedenleri, mekânları ve zamanları çivilenmiş yerin sakinleri, hayata hüzünlü gözlerle bakıyorlar şimdi. Ve çarmıhlarındaki kudretsiz bedenler, kederle ürperiyor.

Yasalarla çarmıha çivileniyoruz. Kımıldadığımızda, etimize saplanmış çiviler canımızı yakıyor. Bazen yerin sakinleri gözlerini ufka, uçsuz bucaksız uzanan boşluğa çevirdiklerinde içlerini hüzünlü bir sevinç kaplıyor; bedenlerini ve düşüncelerini özgürce hareket ettirebilecekleri yaratıcı boşluk. Kadastrocu, “Aklınızın ucundan bile geçirmeyin; bedenlerinizi ve düşüncelerinizi hareket ettirirseniz faşizm gelir” diyor. Kim ister ki faşizmi? Çarmıhtakiler hâllerine şükrediyor, “Hiç değilse şimdilik serçe parmağımızı oynatabiliyoruz.” Hep birlikte serçe parmaklarını oynatabilmenin özgürlüğünü yaşıyorlar. Sonra bir korku kaplıyor içlerini, ya faşizm gelirse? Zaten faşizm gelirse, serçelerden gelir. İçlerinden çarmıh sever biri, serçeleri ihbar edince, serçe parmaklarını da çivilediler.

AYNA KIRICILAR

27.11.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

“Evin bütün aynalarını kırmakla başlayın işe, kollarınızı salıverin, dalgın dalgın duvara bakın, kendinizi unutun” (J. Cortazar, Açıklayıcı Bilgiler El Kitabı, Altıkırkbeş). Aynaları kırmak, cesaret ister; ikon kırıcıların cesaretini. İkon kırıcılar sadece ikonları değil, ikonların etrafında örülü ağlarda asılı kalmış kristal hayatları da parçaladılar. İkonlar pıtrak gibi; birini kırsanız, bir diğeri çıkar karşınıza, ikonlardan kurtulmak zor. O yüzden aynaları kırarken, ikon kırıcıların sabrına ve gücüne de ihtiyacınız olacak; hatta çok daha fazlasına. Kırdığınız ayna değil, kendi imgeniz. Dünyaya açılmak üzere özenle biçimlendirdiğiniz imgeniz aynalarla beraber tuz buz olacak. Üstelik aynalar da ikonlar gibi, birini kırsanız bir diğeri çıkar karşınıza. Aynalardan kurtulmak da kolay değil. Her yansıtıcı yüzey çok geçmeden aynaya dönüşür ve kentin yansıtıcı yüzeylerinde imgenizi ararsınız. Bulamamak kahredici. İkonsuz yapamadığımız gibi, aynasız da yapamıyoruz. “Aynaları kırmakla başlayın işe”, aynaların etrafında örülü ağlarda asılı kalmış kristal hayatları kırarak. Göreceksiniz, ardından ikonlar da dağılıp gidecek. Çünkü ikonlarla imgelerimiz arasında çok sıkı bir bağ var.

Aynalarda aradığımız, gündelik bir bedenin imgesi değildir, bir ikonun imgesi. İkonlara göre biçimlendiriyoruz imgelerimizi. Bir ikona ne kadar çok benziyorsanız, aşkın bir imgeden ne denli pay almışsanız, o denli kendi imgeniz ile barışıksınız demektir. Metaların parlak yüzeylerinde kendi imgemizi değil, ikonları arıyoruz. Gündelik bir bedenin yeryüzüne ve topluma içkin kuvvetlerce biçimlendirilmiş imgesi, arzulanan bir imge değildir. Yeryüzünün maddesine gömülenlerin, maddeyle birlikte yoğrulanların, köylülerin, işçilerin ve zanaatkârların imgesini kim beğenir ki? İnsanın bir yüzünün olmadığını, dikey bir eksende hareket ettikçe yüzünü inşa edebileceğini, Rönesans insanı Della Mirandola söylemişti. Yeryüzünün maddesiyle yoğrulmuş yüzler, süfli yüzlerdir; cehennemin yüzleri. Arzuladığınız yüzü elde etmek için yükselmeniz gerekiyor. Ne kadar yükseğe çıkar ve göksel bir surete bürünürseniz o denli muteber olacaksınız. Herkes size tapacak.

İkonlar bu dünyaya değil, göksel yaşama aittir, aşkın bir dünyanın suretleri. Kiliselerin duvarları ikonlarla doluydu. Kiliseleri ziyaret eden sıradan bedenler de, bizler gibi, maddeyle kirlenmiş suretlerinden memnun değillerdi. Yüzlerini ikonlara göre, İsa, aziz ve azize tasvirlerine göre biçimlendirdiler. Bugün kilisenin yerini medya aldı ve medyada üretilen ve dolaşıma sokulan yüzler, gündelik yüzleri biçimlendirenlerdir. Gündelik yüzler, ikonların imgesine bürünmek için nelerini vermezler ki? Gerekirse, bıçak altına bile yatarlar. Bıçak, kültür endüstrisidir. Bıçak, yeryüzüyle, yeryüzünün maddesiyle bağımızı keser ve havada asılı kalmış bedenler üretir. Aşkın bir gerçekliğin içinde asılı kalan, yeryüzüyle ilişkisi kalmayan bedenler, kültür endüstrisinin ürettiği kurmacaların kahramanları olabilirler ancak. Her yüz, kendini bir kurmaca içine yerleştirip, kendisine kurmacanın içinde bir anlam dünyası yarattığında, her ev dizi setine dönüşmüştür. Yeryüzünün hareket eden, kendi kendini biçimlendiren maddesinden kopan ve kurmaca içine yerleşen bedenler, aynalara muhtaçtırlar. Aynalar, sahneye çıkacak bedenlerin rollerine hazırlanmaları için gerekli.

Rollerine hazırlanmak üzere aynaların karşısına geçen bedenlere, aynaları kırmalarını önermek, devrimci bir öneridir. Rollerinden çıkıp, yeryüzü yurttaşı olarak birbirlerine doğrudan seslenenlerin devrimi. “Kendinizi unutun”, ikonları da unutursunuz. İkonlar sadece imgelerimizi değil, yeryüzündeki hayatlarımızı da biçimlendirmeye devam ediyorlar. İkonların etrafında örülü ağlarda asılı kaldığımızdan beri yeryüzünün maddesini unuttuk. Oysa yeryüzünün çamuru, insanın hamurunda var. İktidarın elinde oyun hamuru olduk. İktidarın biçimlendirdiği yüze insan denir mi? İnsanın henüz bir yüzü yok, imgesi de. Hamurun içkin kuvvetleri birbirleriyle doğrudan etkileşime girmediği müddetçe de olmayacak. Ve kendi imgelerimizi aynalarda değil, yerin yüzünde, toprakta, havada, ateşte ve suda gördüğümüzde, işte o zaman birbirimizle konuşmaya da yüzümüz olacak. Aynaları kıralım!


DÜZLEMİN ÇÖLÜNDE BİR NOKTA

 20.11.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

Geometri noktayı, boyuttan yoksun terim olarak tanımlıyor. Yine, bir noktadan sonsuz sayıda doğru geçtiğini geometriden biliyoruz. Demek ki, sonsuz sayıda çizginin kesiştiği yeri, bir bedeni tüm ilişkilerinden soyutladığınızda geriye boyutsuz nokta kalıyor. Artık noktaya baktığımda insanı görüyorum ya da tam tersi. Yeryüzünün şeylerini soyutlayarak var olmaya çabalayan insan, sonunda kendisi bir soyutlama ürününe dönüştü. Bir zamanlar içinden, doğal ve toplumsal, sonsuz sayıda çizgi geçerken, soyutladıkça ve soyutlayıcı kuvvetlere maruz kaldıkça yavaş yavaş uzamsal boyutlarını yitirmiş ve sonunda geometrik düzlem üzerinde bir noktaya dönüşmüştür. Bir nokta gibi, kendimizi düzlemin çölünde yapayalnız hissediyoruz. Bizimkisi istenilen bir yalnızlık türü değil, zorunlu yalnızlık. İsteseniz de kalabalıklara karışamazsınız, çünkü uzamda yayılmaya, kalabalığa karışmaya yarayan boyutlarınız yok artık. İkili soyutlamanın ürünü olan insan sonunda uzuvlarını yitirmiş ve salgın süreciyle birlikte bir tecrit hücresine dönüşmüştür.

Soyutlamanın en kadim olanı, yeryüzünün soyutlanmasıdır. Duvarlarla çevrili bir içeride kendilerini doğadan soyutlayan yerleşik bedenler, soyutlama sürecinde içeriye sadece yeryüzünün bazı niteliklerini seçerek almışlardır. İkinci soyutlama, içeride ortaya çıkan iktidarın bedenleri evcilleştirme sürecidir. Bedenlerin evcil niteliklerinin seçilip yapay seçilimle çoğaltılma süreci kesintisiz devam ediyor. Çünkü iktidar bedenlere asla güvenmiyor; bir bedenin neler yapabileceğini öngöremiyor hâlâ. O yüzden bedenleri, kendi aralarında kurdukları toplumsal ilişki ağlarından soyutlamak zorunda. Duvarlarla doğadan soyutlanmış ve içerideki tanrı-kralın insafına terk edilmiş ilk kent-devletlerinin insanları, yalnızlığımızın en erken ve en net resmidir. Ve o zamandan beri eril iktidarların anlattığı mitolojilerle anlamlandırıyoruz soyut hayatlarımızı. Ne diyordu despot? “Ben olmazsam kaos olur”. Doğayı ve doğanın kudretini bünyelerinde taşıyan bedenler, despotun kaosudur. Ve tıpkı Babil’in mitosu Enuma Eliş’de olduğu gibi, aşkın tanrı Marduk, doğanın içkin kuvvetlerini temsil eden Tiamat’ı yenilgiye uğrattığında, bedenler boyun eğdirildiklerinde kozmozunu ilan edebilir. Kozmoz, boyuttan yoksun, kudretsiz noktalardan kurulmuştur. Tanrı-kralın zaferini kutlayanlar, kendi bedensel ve zihinsel ölümlerini kutladıklarının farkındalar mı?

Nedir soyutlama? Bir nesnenin özelliklerinden veya özellikleri arasındaki ilişkilerden herhangi birini tek başına ele alan zihinsel işlem. Yani, gerçeklikte ayrılmaz olanı düşüncede ayırma işlemi. Bir şeyi bir yerden etkin bir biçimde bir yerden çekip çıkarma. Ya da edilgin bir şekilde bu işleme maruz kalma. Yeryüzündeki her varoluş biçimi, diğer varoluş biçimleriyle nitelik ve ilişki bakımından iç içe geçmiştir, ayıramazsınız. Ama insan soyutlar; zihninin etkinliği soyutlamaya dayanıyor çünkü. Kendi kozmozunu yaratırken şeylerin nitelik ve ilişkilerini kendi zihin yapısına göre soyutlayıp, istediği nitelik ve ilişkileri içeri alacak, istemediklerini dışarıda bırakacaktır. Ve aşırı soyutlanmış nesnelerle kuracaktır düzenini. Ama iş burada bitmiyor. Kendi aralarında geliştirebilecekleri olası ilişkileri engellemek için içerideki şeylerin nitelik ve ilişkilerinden durmadan soyutlanması ve şeylerin boyutsuz noktalar haline dönüştürülmesi gerekiyor. Ve bedenler, bir düzlem üzerindeki noktalara indirgendiğinde, onları istediğiniz gibi manipüle edebilirsiniz.

Bu düzlem aynı zamanda iktidarın av sahasıdır; nokta atışıyla avlamayı seviyor. Bazı noktalar av olurken, diğer noktaların zihinleri kültür endüstrisinin ürettiği dizilerde hayatın anlamını aramakla, dizileri soyutlamakla meşgul. Soyutlamanın soyutlaması olan insan, soyutlamanın hâlâ etkin bir varoluş olduğunu düşünüyor. Çıplak olan, kral değil; insandır. İktidarın soyması yetmiyormuş gibi, bir de soyutladığı doğa tarafından soyutlanıyor şimdi. İnsan, bedensel ve zihinsel boyutlarını yitirmiş bir noktadır. Avlakta noktalar arasında bir nokta olarak dolaşmayı, yaşamak ve düşünmek ile karıştırıyor. Soyutlama sürecinde yitirdiğimiz, bizi yeryüzüne, birbirimize bağlayan boyutlarımızı yeniden kazanabilir miyiz?

EŞYALAR MASALLARDA KONUŞUR

 13.11.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

Her gece sabaha karşı, hava ağarmadan çok önce, bedenimin çatırdamasıyla uyanıyorum. Bir zamanlar ormanda yaşarken, bir marangozun elinde ahşap bir mobilyaya dönüşen ağaç misali, biçime sokulmuş bedenler de geceleri çatırdar. Ev içinin evcil, uysal, sessiz nesnelerinin gecenin karanlığında ses çıkarmaları tekinsizdir; yüreğini hoplatır insanın. “Tekinsizlik hissi ya hiçbir şey olmaması gerekirken bir şeylerin olması durumunda ya da bir şeyler olması gerekirken hiçbir şeyin olmaması durumunda ortaya çıkar” (M. Fischer, Tuhaf ve Tekinsiz, KÜY). İnsan, bedeninin sesinden korkar mı? Susturulmuş evcil bir nesneyseniz ve bedeniniz birden konuşmaya başlamışsa, yatağınızdan sıçrarsınız. Nesneler, sadece masal kitaplarında konuşur. Gecenin karanlığı; eril aklın egemen olduğu, görünür olanın adlandırılıp sınıflandırıldığı, şeylerin yer ve işlevlerine göre yerleştirildiği günışığından farklıdır. Gerçeklik yerini, masalsı bir gerçekliğe bırakır. Nesneler artık günışığında göründükleri gibi değillerdir. Ve eril akıl tarafından dilsizleştirilmiş bedenler konuşmaya başlar. Konuşan; gün içinde türlü türlü biçimlendirici kuvvete maruz kalarak genleşen mobilya bedenlerdir.

“Gece tahtalar uyanıp da/sessizce çatırdadıklarında/talihlerinden şikâyet ederler/özgür doğanın soylu ağaçları iken/masa, sandalye, yatak, dolaplara/burulmuş olmaktan/sıkıştırılmış dar mekânlara/ne kasvetlidir/mobilyalar için/görmek kendini/ağaçlarla/bir rüyada”. Avusturya somut ve deneysel şiirinin öncülerinden Gerhard Rühm’ün şiiri; Erhan Altan’ın çevirip yayıma hazırladığı, Turkuaz Yayınları’ndan çıkan “Saat On İkide Yaz Olur” kitabından. Kalıplara sokulup dar mekânlara sıkıştırılmış ağaçlar, Jack London’ın “Yabanın Çağrısı”ndaki kahramanı köpek Buck gibi, yabanın çağrısına uyup doğaya dönemeseler de, rüyalarında sık sık doğanın tacizine uğrarlar. Evcil bedenler geceleri çatırdar; düşlerinde, Nazım Hikmet’in ormanını görmüşlerdir belki de: “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine”. Ve eşyalar düzeninin dayattığı hayata isyan edebilirler. Ama yerleştirilmiş ve susturulmuşlar bir kere, yerlerinden kıpırdayamazlar. Sadece şikâyet etmekle yetinirler. Sonra gün ağarır ve yine dilsizleşirler. Nesneler ancak geceleri konuşabilir, karanlığın büyülü gerçekliğinde. Ve şiirde. Gecenin karanlığı, şiirin ve masalların zamanıdır.

Hiyerarşik bir düzene göre yerleştirilmiş ve boyun eğdirilmiş nesneler, gün içinde aşağılanmalara, sömürüye, şiddete maruz kalsalar da, konuşmamaları gerekir. Gerçeklik, masal dünyasından farklıdır çünkü. Masallarda, kalıba sokulmuş nesnelerin kalıplarını nasıl parçaladıkları ve birlikte kardeşce bir düzeni nasıl yarattıkları anlatılır. Büyülü bir dünya. Günışığında eksik olan, gecenin büyüsüdür. Bazen gecenin büyüsü, gün ağarsa da bedenleri terk etmez ve gün içinde de konuşmayı sürdürürler; başka bir dünyayı mümkün kılmak, düşlerinde gördükleri ormanı yaratmak için kendi aralarında örgütlenirler. Ve tekinsiz deneyim yaşayanlar, bu kez egemenlerdir; “hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler olmuş”, eşyalar kımıldamıştır. Ve susturulmuş bedenler konuşmaya başlar; aşağılanmaya, sömürüye, zulme isyan ettiklerinde, hiçbir şey olmaması gerekirken, bir şeyler olur. Dedim ya, bunlar ancak masallarda olabilir. Köroğlu, Şeyh Bedreddin, Durruti, Che Guevara, Lenin, Zabatistalar ve daha niceleri masal kahramanlarıdır.

Günler günleri kovalar ve gerilimler katlanarak birikir bedenlerde. Eşyalar geceleri daha fazla konuşmaya başladılar. Seslerinden uyumak mümkün değil. Bedenimin çatırdamasına diğer eşyalar da katılıyor. Kendi aralarında konuşmalarını yadırgamıyorum artık, deliriyorum mu ne? Bedenim, masa, sandalye, yatak, dolap; kendi aralarında çatırdaya çatırdaya kim bilir neler konuşuyorlar? Anlamıyorum; çünkü eril aklım hâlâ günışığının egemenliğinde. Despotik akıl, bedenleri susturamıyor, bir şeyler olacak. Gün ağarmak üzere. Anlaşılan, gecenin büyülü gerçekliği günışığına taşınıyor. Hiçbir şey olmaması gerekirken, tekinsiz şeyler olacak. Masal kahramanlarını günışığında sokaklarda görmek şaşırtıcıdır. Ama “asıl şaşırtıcı olan bedenlerdir” (Nietzsche). Onların neler yapabileceğini bilmiyoruz.

KARANLIK DEĞİL, IŞIK ÖLDÜRÜR

 06.11.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

Yeryüzü bir boyama kitabı olsaydı, hangi renge boyardınız? Ben ışıklı, beyaz bölgeleri siyaha boyardım. Yeryüzünün geriye kalan kısmı, doğa karanlıkta zaten. Karamsar olduğum için değil, aksine iyimser olduğum için. Henüz ortaya çıkmamış, karanlıkta kalan yaşamın gizil kuvvetlerine inandığım için. Bir de ışıklı bölgedeki zihinleri görünür olandan kurtarmak ve henüz görünmeyen, ama görünmesiyle birlikte mevcut olan despotik düzeni yerinden edecek kuvvetlere yer açmak için. Işıklı bölgenin körleşmiş zihinleri, karanlığa dair kötücül varlıklarla dolu. Oysa asıl korkunç olan ışığın altında yaşadıklarımız değil mi? İktidar, karanlıkla korkutup ışığın altında topladığı sürülerle kuruyor kendi despotik düzenini. Ve her türlü zulme, şiddete, sömürüye maruz kalıyoruz. Ve yeryüzünün dinamik kuvvetleri nedense hep bu bölgede yıkıcı sonuçlar doğuruyor. Ve bizler, bu bölgede ikamet edenler, ışık altında sergilenen temsilleri, gerçeğin yerine geçirdiğimizden beri doğayı bir felaket olarak deneyimliyoruz. O yüzden felaket deyince benim aklıma karanlık değil, aksine aydınlık geliyor. Karamsar olsaydım, yeryüzünü beyaza boyardım; panoptikon’da olduğu gibi. İktidar ışığı seviyor; biz onu göremesek de o, hücrelerimizde neler yaptığımızı, zihinlerimizde neler tasarladığımızı görebilmek için her yeri ışığa boğuyor. Işık despotiktir.

Bedenlerimizi ve zihinlerimizi gece gündüz aydınlatan uygarlığın ışığı yaşamın dinamik kuvvetlerini baskılamaya yarıyor. Karanlık kıpır kıpır; ışığın körleştirdiği gözler, karanlıkta hareket eden, oluşmayı sürdüren yaşamın kuvvetlerini değil, ışıklı imgeleri görebiliyor sadece. Ve ışığın baskıladığı yeryüzünün canlı kuvvetleri, birdenbire ışıklı bölgede görünür olduklarında felaketimiz oluyor. Oysa onlar hep oradaydılar; evrenin kurucu kuvvetleri. Nabız atışlarını duymamak için ekranların sesini daha fazla açtık. Keşke kulaklarımızı tıkasaydık, hiç değilse kendi nabız atışlarımızı duyardık. Atan, yeryüzünün yüreğidir; capcanlı bir kürenin üzerinde yaşıyoruz. Kuşların kanat çırpışları nasıl heyecan veriyorsa, yerkürenin yürek çırpışları da aynı şekilde heyecanlandırmalıydı bizi; yaşadığımızı duyumsardık. Oysa yaşamın yürek atışlarını ışıklı bölgede yıkım olarak yaşıyoruz; tuhaf değil mi? Ve altında yüzlerce canın kurtarılmayı beklediği yıkıntıların üzerine, iktidar kendi sahnesini kuruyor. Spot ışıklarıyla aydınlatılmış sahnede şov devam etmeli. Ölüm sever iktidarın şovu devam etsin diye, daha fazla ölmemiz gerekiyor. Karanlık değil, ışık öldürüyor.

İktidarın yaşamı sevmemesi için o kadar çok neden var ki. Bir kere yaşam devingendir, statik olan her şeyi yerinden ediyor. İktidarın arzusu, yaşamın akışkan kuvvetlerine rağmen istatistiklerle hayata yön vererek kendini statik konuma getirmek; yeryüzünün dinamik kuvvetlerini istatistiklerle değersizleştirip yaşamı sayılara indirgemek; ancak o zaman varlığını sürdürebiliyor. Ve şimdi sayısal (dijital) ortamda çevrimiçi hayatlar sürüyoruz. Çevrimiçi hayat, “second life”dır, yani ikinci hayat. Ölümden sonraki hayata da ikinci hayat deniliyor. Yoksa biz öldük mü? Öldük herhâlde, hayatı terk edip dijital ortamın bedensiz ikinci hayatında yaşamaya başladığımıza göre. İktidar kendi sürüsünü, yeryüzündeki yaşadıklarına değil, öldükten sonraki ikinci hayatlarında yaşayacaklarına inananlarla kurduğuna göre sürüsü çoğalıyor. Sürüler, dijital ortamın parlak yüzeylerinde dolaşıyor. Işıklı meralar çok bereketli, korkarım sayıları katlanarak çoğalacak.

Çevrimiçi; yasalarla aydınlatılmış, iktidarın ışıklı statik bölgesi. Ve çevrimiçinde asılı kalmış bedensiz hayatların, karanlıkta kalmış doğanın bedenli kuvvetleriyle her karşılaşması felaket. Olmamalıydı. Yerin çarpan yüreğinin sismik dalgaları, çevrimiçinin dijital kabuğunu kırıyor ve yeniden hayata döndüğümüz için sevinmemiz gerekiyordu. Sinoplu Diyojen 2400 yıl öncesinden uyarıyor: “Hiçbir şey anlamıyorsunuz. Bu yüzden doğa sizi cezalandırıyor. Kendinize uygun yasalar uydurarak onlar aracılığıyla en büyük ve en acı yanılgılara neden oluyorsunuz” (Kinik Felsefe Fragmanları, C. Cengiz Çevik, İş Bankası). Başka ne söylenebilir ki? Sadece, siyah rengin size çok yakışacağını söyleyebilirim.

TÜM YOLLAR HÜCREYE ÇIKIYOR

 30.10.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

Daha önceleri de yolunuz, yolların çatallandığı yol ağızlarına düşmüş olabilir; yine yol ağzındayız. Daha önceleri de defalarca hangi yolu seçeceğinize karar vermek zorunda kalmış olabilirsiniz; yine kaldık. Her seçim bir kriz ânı. Her seçimde, diğer seçenek elendiği için pişmanlıklar vardır. Merak etmeyin, şimdi her iki yol da hücreye çıkıyor. Yapmanız gereken, hücrelerden hücre beğenmek. Hücrelerden biri, canlının yapısal ve işlevsel özellikler gösteren en küçük birimi. Eşeysiz ya da eşeyli olarak çoğalıyor ve çoğaldıkça yeryüzünde çiçekler açıyor; martılar sevinçli çığlıklarıyla neşeli resimler çiziyorlar havada; balıkların suya yazdıkları yazılar dalgalara karıştıkça tüm bedenlere yaşam sevinci bulaşıyor. Diğeri, tecrit hücresi; bedenleri cezalandırmak için icat edildi ve tecrit hücreleri, kederli bedenler üretmeye yarıyor. Neşe gibi keder de bulaşıcıdır. Tecrit hücreleri çoğaldıkça keder de çoğalır. Tersi de doğru. Tercihimizi, duygular arasında yapacağız. Çok tuhaf bir seçim; diyelim ki sevinci, canlılığa giden yolu seçtiniz, ama yasalar gereği yine kendinizi kederi çoğaltan tecrit hücresinde bulacaksınız. ‘“Off bu çok kötü işte!” diye haykırdı Alice. “Böyle yol kesen bir ev daha görmedim! Hiç!”’ (Lewis Carroll, Aynanın İçinden, Can). Tüm yollar tecrit hücresine çıkıyor.

Her iki hücre de 17’nci yüzyılda yürürlüğe girdi. Robert Hooke, kendi yaptığı mikroskopta şişe mantarını incelerken canlı hücresini keşfetti. Aynı yüzyıl, hücre cezası da bir sistem olarak kurumlaştı. Amsterdam Cezaevi, Roma’daki Saint-Michel Hapishanesi ve daha sonra da başka cezaevlerinde uygulanmaya başlanan hücre sisteminde suçlu bir hücreye yerleştirilir ve diğer mahkûmlarla temasına izin verilmezdi. Gün içerisinde sınırlı bir süreyle hücreden çıkartılan mahkûm, avluda ya da koridorda gezinirken karşılaştığı kimseler tarafından tanınmaması için göz yerleri delikli kukuleta taşımak zorundaydı. Sonrası malum. Tecrit, hücre duvarlarını aştı ve giderek tüm topluma bulaştı. Geldiğimiz nokta, bedenleri tecrit hücresine yerleştirmek yerine, bedenlerin birer tecrit hücresine dönüştürülmesidir. İktidar 19’ncu yüzyıldan beri nüfusu biçimlendirmek için norm denilen aleti kullanıyor. Daha önceleri norm, marangozların ahşaba biçim verirken kullandıkları bir alet iken, artık biyo-iktidarın elinde nüfusu biçimlendirmeye yarıyor. Ve viral salgınla birlikte gündeme gelen yeni normal, tecridin hücrede değil, bedenlerde yoğunlaştırılmasıdır. İktidarın zor kullanmasına gerek yok; bedenler kendi rızaları ile tecrit hücrelerine kapanıyor. Biyo-iktidar bir salgın gibi; yaşamı seçseniz bile, yolunuz yine tecrit hücresinde sonlanıyor.

Seçeneklerden hangisini seçerseniz seçin, kendinizi hep tecrit hücresinde buluyorsanız, yürüdüğünüz yolda bir sorun olmalı. En iyisi yolu değiştirmek. Yoldan çıkarsak ne olur? Yoldan çıktığınız için sapkınlıkla suçlanırsınız. “Yargı, her yeni varoluş tarzının gelişini engeller” (Deleuze). Göze almak gerekiyor. Eskiden her şey çok kolaydı; zaman denilen çizgisel bir yol vardı ve bu yolda ısrarla yürümeye devam ederseniz, zaman sizi kurtaracaktı. Zamanın bizi kurtaracağı yok. Beckett “Godot’yu Beklerken”de ısrarla söyledi; anlamadık ya da anlamak istemedik. Hâlâ çizgisel hikâyelere tutunmak ve kurtarıcıyı beklemek gibi eski bir alışkanlığımız var. John Berger, artık “zaman içerisinde sıralı bir şekilde giden düz bir hikâye anlatmak neredeyse imkânsızdır” diyor (Aktaran Soja, Postmodern Coğrafyalar, Sel). Anlatabilirsiniz, ama hikâyeniz mutlaka tecrit hücresinde geçiyor olacak. Hücrelerinde sevinci gizleyen bedenlerimiz, şimdi bekleme odalarının tecrit koşullarında keder üretiyor.

Bulunduğumuz yerden başlamalı; tecrit hücresi olarak bedenlerimizden. Çünkü “kehanet, artık tarihten çok coğrafyaya dayalı bir tahmin gerektirir; bizden önemli sonuçları gizleyen artık zamandan çok mekândır” (Berger). Mekân, bedenlerimizdir. Ve bedenler, canlılığın en küçük birimi olan hücrelerinde yeryüzünün kudretini gizliyor. İçimde kabaran her sevinçli duygulanımda öteki bedenlere dokunasım geliyor, ama aramıza yeni normalin kolluk kuvvetleri giriyor. Askıda olan ekmek değil, eyleme kudretimizdir.

BİR ANIN İÇİNE NELER SIĞDIRABİLİRSİNİZ?

 23.10.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

Blake bir kum tanesinde dünyayı, bir çiçekte cenneti görebiliyor ve bir ânın içinde sonsuzluğu ve sınırsızlığı kavrayabiliyordu. Borges ise bir saniyenin içinde milyonlarca eylem gördü. Ân, tohum gibi, içinde sonsuzluğa uzanan bir diziyi eşzamanlı olarak barındırıyor. Fakat Borges “sonsuza kadar giden bir dizinin birimlerini sıralamak olanak dışı” diyor ve ekliyor: “Ben tek bir dev saniye içinde hem fevkalade hem korkunç olan milyonlarca eylem gördüm; hiçbiri de beni, hepsi mekânda aynı noktayı kapladıkları halde, birbirlerini gölgelememeleri, örtmemeleri kadar etkilemedi. Gözlerimin yakaladığı şey eşzamanlıydı, fakat şimdi yazacaklarım zaman içinde sıralanacak, çünkü dil sıralayıcıdır.” (Alef, İletişim). Anlatmaya ya da yazmaya kalkıştığımızda, bir ânda gördüğümüz milyonlarca eylemi artzamanlı olarak sıralayabiliyoruz ancak. Ve üstelik sadece dile getirebildiklerimizi, önem atfettiklerimizi ipe boncuk dizer gibi diziyoruz peş peşe. Dile gelemeyenler ise anlatma çabasına değmediği ya da ifade edemediğimiz için devre dışı kalıyor. Anlatılarımız çizgiseldir ve çizgisel anlatılardan tablolar yapıyoruz; çizgisel perspektif yasalarına göre çerçevelerin içinde nesnelerden düzenler inşa ediyoruz.

Biz şeyleri anlara değil, tabloların içine sığdırıyoruz. Neler sığdırmıyoruz ki? İktidar, düzen, hiyerarşi, ahlak, yasa, boyun eğme ve eğdirme; toplumda değer verdiğimiz, taptığımız ne varsa. Ve tablolara sığdırdıklarımızla yargılıyoruz yaşamı. Tablolar, her şeyi yargıladığımız referanslarımız. Ve yaşamlarımızı da tabloların içine sığdırdık; duvarda asılı çerçeveli yaşamlar. Peki, tablolar kimin eseri? Tablo olarak yaşam, Rönesans’da zirveye ulaşmış ve kadim zamanlardan beri hâkim olan bir bakışa göre tasarlanmıştır. Bu, iktidarın bakışıdır. İktidarın bakışı bedenleri nesneleştirmekle kalmayıp, hiyerarşik bir düzene göre yerleştiren ve bu düzeni yasalara bağlayan, nesneleştirdiklerine boyun eğdiren ve nesneleşenlerin hiyerarşik ve ahlaki yasalara boyun eğmek zorunda kaldıkları bir bakış. Bu bakış, her zaman çerçeveye gerek duyar; tablo çerçevesiz olmaz çünkü. Çerçeve, iktidarın baskıcı, faşist düzenini, yeryüzünün hayat dolu akışından ayırmak için gerekli. Çerçeve, tablonun içine hayat girmesin ve iktidarın baskıyla, şiddetle kurduğu kendi düzenini bozmasın diye var. Yeryüzü de çerçevelerle tablolara ayrılmıştır. Sınırlarla birbirinden ayrılmış tarlalar ve ülkeler, tablolardır. Tarlalarda, kimi ülkelerde olduğu gibi monokültür uygulanır. Ve iktidarlar, kendi tarlalarında kendi kültür ürünlerini yetiştirirler. Kültürel sermayemiz, hangi tarlanın ürünü olduğumuza bağlı.

Tarlaları birbirinden ayıran sınırlara da an deniliyor (bkz. TDK). Sınırlar genellikle derin bir şekilde çapalanır ve bu bölgelere çalı türü bitkiler ekilir. Tabii biz sınırlarla değil, tablolarla ilgileniyoruz; gözlerimiz çerçeveye değil, tabloların, tarlaların, ülkelerin hiyerarşik şeyler düzenine, kültür ürünlerine yöneliyor. Tarlalarda insan yetiştiriyorlar; üç, beş çocuk derken, kültür ürünleri logaritmik olarak çoğalıyor. Ve ürün fazlası savaşlarda harcanıyor. Sınır, yani an, tabloların hiyerarşik düzeninden, yasalarından, iktidarın bakışından kaçan yaşamı tüm çeşitliliğiyle barındırıyor. Doğal ekosistemlerde bile sistemleri birbirinden ayıran geçiş bölgeleri, tür çeşitliği bakımından çok zengindir; buralara ekoton deniyor. Bir de ülkeleri ayıran sınır boylarındaki ekotonları düşünün; tabloda olmayan çok dillilik, kültür çeşitliliği çerçevelerde birikiyor.

Yeryüzü, çerçevelerle parsel parsel tablolara ayrılmış; artık yaşam sınırlara, anlara sığınıyor. Bir ânın içine sonsuzluluğu ve sınırsızlığıyla evreni sığdırabilir; bir ânda milyonlarca eylemin birbirini gölgelemeden gerçekleştiğini görebilirsiniz. Ama sıra anlatmaya gelince, çizgisel tablolar yaratıyor ve yarattığımız tabloların çizgisinde, askıdaki ekmek gibi asılı kalıyoruz; ya da bir tablodan bir başka tabloya göç etmeyi özlüyoruz. Anlatmayalım artık, âna gömülelim. Borges’in dev bir saniye içinde gördüğü milyonlarca eylemden biri olmak. Bir ânda yaşamın tüm kudretini yakalamak. Yaşam, ânın içinde birikiyor.

TELEMATİK KÂBUSLAR

 16.10.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

Zaman çürüdü, akmıyor artık. Çürüyen zaman, bir tren gibi kompartımanlara ayrılmış, mekânsallaştırılmış zamandır; aynı trenin ayrı ayrı kompartımanlarında, bir türlü gelmeyeni bekleyenlerin zamanı. Bekleyenler de, bekletilen su gibi çürür elbet ve kompartımanların içine kapatılmış bedenlerle birlikte toplum da çürüdü, havada keskin bir bataklık kokusu. Geçmiş ve gelecekte icat edilmiş noktalar arasına sıkıştırıldığından beri zamanı hapishane olarak deneyimliyoruz; kalkış noktası ile varılacak terminal arasına sıkıştırılmış despotik bir tren-zaman yolculuğu. İki noktayı birleştiren çizginin içinde tutsak kalmaya yolculuk denemez tabii. Çizgisel zaman hapishanesinin kompartımanlarında bekleyenler artık neyi beklediklerini unutup uykuya daldılar; derin uykudan uyanamıyoruz bir türlü. Uyandığımızı sanıyoruz, ama bedenimizi kımıldatamıyoruz; uyku ile uyanıklık arasındaki o felç hali. Henry Fuseli’nin “Karabasan” (1781) tablosundaki gibi, her an lanet olası iblis ile göz göze gelmek; göğsümüzün üzerine oturmuş, nefes alamıyoruz. Kaçıp kurtulmak istiyoruz, fakat uzuvlarımıza söz geçiremiyoruz. Henüz uyanamamışız demek ki.

Karabasanı kısaca uyku felci olarak tanımlıyor uzmanlar. Uykunun en derin evresi olarak tanımlanan ve rüyaların görüldüğü REM uykusu sırasında, beyin ile beden arasındaki iletişim engellenir. Solunum ve göz kasları dışında tüm kaslar devre dışı bırakılır; bedeninize söz geçiremezsiniz; anlık felç hâli. Karabasan, uykudan uyanmamıza rağmen, REM uykusundaki fizyolojik felç halinin devam etmesinden kaynaklanıyor. Ve bu geçici felç hali geçmiyor artık. Karabasandan kurtulmak istesek de kurtulamıyoruz. Gerçekten uyanmış olsaydık, bedenimiz sözümüzü dinler ve gündüz kâbuslarından kurtulabilirdik. Olmuyor, bedenlerimiz telematik aygıtın içine gömülü; beden, bizim bedenimiz değil, onlar kullanıyor. Telematik; telekominikasyon ve enformatik terimlerinden türetilmiş araç takip sistemi. Bilginin gönderimi, alımı ve depolanması yöntemi. GPS teknolojisi, bilgisayar ve kablosuz iletişim araçlarının entegrasyonu ile oluşturulmuş. Bedenlerimizin yönetimini telematiğe devrettik; bedenlerimiz artık telematiğin emrinde. Bazen uzuvlarımıza söz geçirmeyi deniyor, bir araya gelmek ve kendi mekânlarımızı yaratmak istiyoruz, fakat “bekleme yapma!” komutu geldiğinde olay mahallini hızla terk ediyoruz. Bedenlerimiz araçlara dönüştü.

Telematik, araçlaştırılmış bedenlerden filolar kurmaya yarıyor. Bir internet sitesi ne güzel tanımlamış: “Filo yönetimi; verimliliği en üst seviyeye çıkarmayı, üretkenliği artırmayı, taşıtlar ve sürücüler için güvenliği arttırmayı amaçlayan, araçlara ve sahada görev yapan personellere dayanan bir iş rolüdür. Telematik ve gelişmiş GPS izleme çözümleri ise filo yöneticilerinin araçları izlemesini, yakıt tüketimlerini raporlamasını, sürücü davranışlarını izlemesini ve araç bakım süreçlerini yönetmesini sağlamaktadır.” Filo yönetimi, Foucault’nun bahsettiği biyo-iktidardır; verimliliği arttırmak için tüm yaşam süreçlerini kontrol altına almak. Ve bugün bu filolara halk deniliyor. Halk biziz; bedenlerimizi tepe tepe kullanıyorlar, hurdası çıkıncaya dek. İstediğiniz kadar beyniniz ile bedeniniz arasında iletişim kurmaya, uzuvlarınızı hareket ettirmeye çalışın; telematik aradaki bağlantıyı hep koparıyor, kâbus gibi; hiç geçmeyen felç hali. Bekliyoruz bir umutla. Beklentilere bile tahammülü olmayan despot, gelmeyecek olanı bekleyenlere “bekleme yapma!” komutu gönderiyor.

Komutu işittiğimizde iblis ile yeniden göz göze geliyoruz. Göğsümüzde oturan iblis, çürümüş zamandır. Beton duvarlarla ıslah edilmiş dere yataklarında bekletilen su gibiyiz; akışının önüne set çekilmiş, çürümeye yazgılı. Oysa zaman her yöne doğru akabilir; homojen değil, heterojendir. Bazen, duvarların ötesindeki ıslah edilmemiş taşkın akarsuların, kayaları parçalayan zamanların sesleri yankılanıyor içimizin boşluğunda. İşte o zaman Jean Genet’nin kısa filmi, “Bir Aşk Şarkı” (Un Chant D’Amour)’sındaki gibi duvarları delesi geliyor insanın; yalıtılmış, tutsak bedenlere dokunası. Sonra birden bedenlerimizi hareket ettiremediğimizi fark ediyoruz. Ve kâbus, kaldığı yerden devam ediyor.

SU ÇÜRÜDÜ, ZAMAN DA

 09.10.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

Marc Chagall zamanı, keman çalan kanatlı bir balık olarak resmetmiş ve “kıyısı olmayan nehir” olarak adlandırmıştı. Artık zaman, o bildiğimiz zaman değil, çok değişti. Durmadan akan, anların birbirini kovaladığı, her anın bir diğerinden farklı, her sabahın yeni ve taze bir başlangıç olduğu zaman yerini, akamayan, boz bulanık, kıvamlı, iğrenç bir sıvıya bıraktı. Giderek, daha fazla çürüyen günlere uyanıyoruz, ağzımızda çürümenin tadı. Tüm durgun sular gibi zaman da çürür. Çürüdü, kokuştu ve sonunda kurudu. Ve zamanın kıyısı var şimdi; kıyısından taşıdıkları molozlarla doldurdular yatağını; yatağında beton binalar yükseliyor. Düşünsenize, bir zamanlar “aynı nehirde iki kez yıkanamazdık”. Şimdi bırakın yıkanmayı, hepimiz aynı beton nehrin içinde sıkışıp kaldık; Marcel Ayme’nin Duvargeçen öyküsünün kahramanı Dutilleul gibi.

Dutilleul, birdenbire duvarların içinden geçebilme yeteneği olduğunu keşfeden sıradan biri, bizler gibi. Nasıl oluyor demeyin, duvarlar belki de sadece zihnimizde var; hiç geçmeyi denediniz mi? Dutilleul çekingen bir memurken, duvar geçme yeteneği sayesinde amirleriyle dalgasını geçer, kapatıldığı hapishaneden kaçar ve geceleri yasak aşk yaşar. Artık her ilişki, yasak ilişki değil mi? Yan yana gelmek, yatay bağlarla kudretli bir toplumsal bedene dönüşmek yasaklanmıştır. Yan yana gelmenin, birlikte görüntü vermenin yasak olduğu bedenler var. Yasaklanmış bedenlere dokunmayı hiç denediniz mi? Dokunabilirsiniz; aranızda fiziksel engeller yok; engel zihinlerde. Zihinleri yasalara bağlamışlar, bedenler serbest dolaşıyor; “taşları bağlamışlar, köpekler serbest dolaşıyor” misali. Zihinlerinizi kanun hükmünde kararnamelerden kurtarıp bedenlerle, bedenlerinizle henüz mevcut olmayan bağlar inşa ettiğinizde duvarları geçmişsiniz ve Duvargeçen olmuşsunuz demektir. Asıl zihinlerimiz beton kalıpların içinde sıkışıp kaldı. Beton kalıplar, bedenler ve ruhlar birbirlerine doğru akmasın, birleşerek yeni ve kudretli karışımlar, hayat iksirleri yaratmasınlar diye var. Betonun içine gömülü kederli zihinlerin zaman mevhumu yoktur. Zaman, ancak beton duvarlar geçildiğinde ve yeryüzüne dokunduğunuzda yeniden kazanabileceğiniz bir özellik; yeryüzüyle birlikte akmaya başladığınızda. İşte o zaman, “zaman kıyısı olmayan bir nehirdir” ve Herakleitos’un deyişiyle, “aynı nehirde iki kez yıkanamazsınız”.

İki kez yıkanamadığımız zamanın çalkantılı ve pırıltılı sularının aynasına yansıyan imgelerinizi hatırlıyor musunuz? Hatırlamak için kalın kapaklı albümlere siyah beyaz fotoğraflarla notlar düşerdik ve albümlerin sayfalarını hızla çevirdiğimizde hayatımız bir film şeridi, kıyısı olmayan bir nehir gibi akardı gözlerimizin önünden. Şimdi sosyal medyanın sayfalarını parmağınızla ne kadar hızla değiştirirseniz değiştirin, hep aynı sabit, öğrenilmiş, öğretilmiş bakışla karşılaşacaksınız. Artık zaman geçmiyor. Zaman durdu, çürüyor. Sabit bakışlar, çürümüş zamanın göstergesi. Bakışlar, duvarın içinde sıkışıp kalan Dutilleul’un bakışlarıdır.

Dutilleul, yine bir gece vakti yasak ilişkisinin odasına gizlice girmek için tam duvarı geçerken yeteneğini yitirir ve duvarın içinde sıkışıp kalır. Duvarın içinde sıkışıp kalan kahramanın neler hissettiğini bilmiyoruz, yazar söylemiyor, okura bırakmış. Duvarların içinde sıkışmanın ne demek olduğunu en iyi biz biliriz. Pink Floyd demişti: “Duvardaki tuğlalardan birisiniz”. Biliyorum, duvar metaforu o kadar çok kullanıldı ki artık size sakız gibi gelebilir; geviş getirmek gibi.

Doğru, geviş getiriyoruz; “yutmuş olduğu yiyeceği midesinden ağzına çıkarıp yeniden çiğnemek” (TDK). Aynı mide içeriğini ağzımızda biteviye çiğniyoruz. İşkembeden sallamak, işkembe-i kübradan atmak gibi deyimler de var; işkembe meselesi önemli. Ekranlar geviş getirenlerle dolu; sesler ve parlak sözcükler yanıltmasın sizi; kapatın ekranların sesini; keyifle ya da öfkeyle geviş getirdiklerini net olarak göreceksiniz. Mide asidiyle çürümüş ve kokuşmuş aynı mide içeriği ekranlardan sokağa taştığında, sokak da aynı içerikle konuşuyor, sanki ağızlar tek bir işkembeye bağlı. Duvarların içinde zamanı, artık reflü olarak deneyimliyoruz. Sabahları ağzımızdaki çürük tat, zamanın tadıdır.

YÜRÜYÜŞE ÇIKMANIN ZAMANI GELMEDİ Mİ?

 02.10.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

Hayaletlerdik, heyulalar; henüz biçime sokulmamış, sınır tanımayan hayalleri olan havai çocuklar. Metinler tarafından kıskıvrak yakalandık: Yasalar, yönergeler, komutlar, bildirgeler, talimatlar, kanun hükmünde kararnameler. Kim tarafından yazılırsa yazılsın her metin, henüz mevcut olmayan hayali bir okura seslenir; her metin hayalet avcısıdır. Yakaladığını, ete kemiğe bürünmüş bedenlere dönüştürüp sözcüklerden ördüğü kafeslerin içine yerleştirir. Sadece hayaletleri değil, hayalleri de kapatan metinler var. Hayallerimiz market raflarında tutsak. Hayal ettiklerimizi satın aldıkça ya da satın almayı hayal ettikçe metne daha fazla gömüldük. Peşine düştüğümüz ve bizden hep kaçan hayallerimizin çizgisi, ufuk giderek flulaştı; uzağı göremiyoruz artık. Ufuk çizgisi diye camları belledik. Ütopya, camların ötesinde: Hayallerimizi süsleyen albenili nesneler. İster doğaya kaçın, ister içinize, hayalleriniz ile aranızda ya ekran camı ya da vitrin camı var. Metnin dışına çıkmaya çabalayan, ama durmadan camlara çarpan sinekler gibi, biteviye mızmızlanıyoruz.

Örnek okurlarız, bizleri metin yarattı ve metne sadık kaldığımız için okuma bayramında kırmızı kurdele taktılar yakamıza. “Metinle yaratılan, onun içinde hapsolmuş kimseler olarak örnek okurlar, metnin onlara verdiği özgürlük oranında özgürlükten yararlanabilirler” (Eco, Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti, Can). Kırmızı kurdele, özgürlüğün kanayan yarasıdır; kafeslerin içinde için için kanayan. Dışarıyı özlüyoruz; çok girişli ve çok çıkışlı metinleri, metinler arasında özgürce dolaşanları, karşılaştıkları öteki bedenlerle olmadık bağlantılar icat edenleri hatırlatıkça, kurdele daha fazla kanayacaklar. Bir yolunu bulup metnin dışına çıkmalı; açık havada dolaşmak. Yeryüzünün öteki bedenleriyle ilişkiler kurduğumuzda, metni yanlış okuduk diye azar işitiyoruz. “Oyunun kuralları vardır ve örnek okur oyunda kalmayı bilen kimsedir” (Eco). Oyunun kurallarını despot belirliyor, örnek yazar o. Olur ha, kurallara uymadınız ve metin dışı bağlantılar kurdunuz, örnek yazarın hışmına uğrayacaksınız.

“Oysa örnek yazar bizimle sevgi dolu bir biçimde (ya da buyurganlıkla veya aldatıcı bir biçimde) konuşan, bizi yanında isteyen bir sestir ve bu ses anlatısal strateji olarak, her adımda bize iletilen ve örnek okur olmaya karar verdiğimizde, uymamız gereken talimatlar bütünü olarak kendini gösterir” (Eco). Örnek okur olmaya biz mi karar verdik, yoksa içine doğduğumuz ya da bizi doğuran metnin kararı mıydı? Metne yakalanmayacaktık; oldu bir kere, yakalandık. Metnin duvarlarında çınlayan despotun sesini her işittiğimizde, uymamız gereken talimatlar bütününü hatırlıyoruz: “Sakın metni yanlış okumayın, yoksa size sınıfta tek ayak üzerinde durma cezası veririm”. Despotun sesi içimize o kadar işlemiş ki, metinden sıdkımız sıyrıldığı halde birden kendimizi metni savunurken bulabiliyoruz. Sanki varlığımız metne bağlı. Metin biziz. Ve “varlığım varlığına armağan olsun” diyebiliyoruz. Bazen öyle oluyor ki kurtuluşumuz için savaştığımızı sanıyoruz, ama Spinoza’nın dediği gibi, aslında köleliliğimiz için savaşıyoruz.

Uzayda başıboş dolaşan gaz ve toz bulutlarıydık. Metinsel tuzaklarla düzenli, kurallı, yasalı mikro kozmozlar yarattılar bizden; genetik metinler (genotip) ile kültürel/politik metinlerin (fenotip) bir karışımı. Genotipimizi biz belirleyemiyoruz, ama fenotipimiz başka türlü de olabilirdi; çok girişli ve çok çıkışlı, özgürlükçü bir metnin içine yerleşebilirdik. Despot bizi can evimizden yakaladı; soya sopa o kadar düşkünüz ki köken deyince akan sular durur. Kişisel ve toplumsal tarihimizi tek bir kökenden türetmek, hayali genetik kökenler ile soyağaçları yaratmak çok hoşumuza gidiyor. Despot da metnini, yani örnek okurunu, genetik bir şifreye göre kodlamıştır: “Örnek okurların yetkisi, metnin onlara aktardığı genetik şifrenin türünce belirlenir” (Eco). Aktarılan şifrenin türü faşizmdir, örnek okur ise faşizm ile yetkilendirilmiştir. Metnin içinde noktalama işaretleri olmak. Paul Klee ne demişti? “Çizgi, yürüyüşe çıkmış noktadır”. Çizgiler metinden kaçabilir ve kesiştiklerinde, metne rağmen özgürlükçü ilişki ağları yaratabilirler. Metni terk edip yürüyüşe çıkmanın zamanı gelmedi mi?

MEKÂNLARIN EN KÖTÜSÜ

 25.09.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

Charles Dickens’ın İki Şehrin Hikâyesi şöyle başlar: “zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü”. Bir de şöyle başladığını düşünelim: “Mekânların en iyisiydi, mekânların en kötüsü”. Kulağa tuhaf geliyor; çünkü başımıza gelenleri mekâna değil, zamana bağlıyoruz; zamanı yeriyor ya da övüyoruz. Beddualarımız bile zamanla ilgili: “Tuhaf zamanlarda yaşayasınız”. Oysaki tuhaf mekânlarda yaşıyoruz. Modernleşmeyle birlikte yeryüzünde mesken tutmayı unuttuk. Konfeksiyon giysiler gibi hazır yapım konutları sırtımıza geçiriyoruz. Varoluşumuzu biçimlendiren yer ile, yeryüzünün kuvvetleri ile temasımız kalmadı artık. Soyut mekânlar içinde yeryüzünden kopuk, soyut hayatlar sürdürüyoruz. Dışarısı ile içerisi, ev ile yeryüzü arasındaki süreklilik yerini, yeryüzünün kuvvetlerinden tamamen kopuk, yapay olarak iklimlendirilmiş bir içerisine bıraktı. Yeryüzünde mesken tutuşumuz da, varoluşumuz da bir felaket. Yeryüzünün yıkımı pahasına mekânlar üretiyoruz. Mekân ile varoluş biçimimiz, ayrılmamacasına birbirine kenetli. İnşa ettiğimiz mekânlarla yeryüzünde felaketler yaşıyor, yaşatıyoruz. Gelgelelim mekânı değil, zamanı suçluyoruz. Zamanların değil, mekânların en kötüsünde yaşıyoruz. Nasıl bir yaşam sürdüğümüz, ürettiğimiz kentlerden belli. Arapça ‘kevn’ kökünden gelen mekân, varoluş ve aynı zamanda var olunan yer, konum, uzay demek; bir şeyin varlık hâline geldiği yer. Biçimlendirdiğimiz ve bizi biçimlendiren mekânlar yeryüzünü felakete sürüklerken, zamana bıraktık her şeyi; kurtuluşu zamandan bekliyoruz.

Asıl tuhaf olan, felaketleri zamanla, göksel cisimlerin hareketleriyle ilişkilendirmemiz. Mekânı sorgulamak, tüm toplumsal yapıyı, yaşam biçimlerimizi sorgulamayı gerektiriyor. Aşırı politik bir mesele, kim uğraşacak şimdi? Zaman öyle mi, apolitik gibi duruyor. İrademizin dışında akıyor; günler birbirini kovalıyor, mevsimler geçiyor ve bir büyücü gibi, dokunduğunda koşullarımızı değiştirebiliyor. Oysa zaman da aşırı politik. Her iktidar kendi zaman ve mekân düzenlemesiyle gündelik hayatı, yaşamlarımızı kendi imgesine göre örgütlemek istiyor. Ama zaman, sanki gündelik hayatın, dünyevi yaşamın dışında, yukarılarda bir yerlerden hayatımızı belirliyormuş gibi. Haklısınız; zaman tanrısaldır: “Yehova, mekân değil zaman tanrısıydı, takipçilerine mutsuz gezileri karşılığında ilahi bir anlam vaat eden bir tanrı... Eski Ahit’in Yahudileri kadar ilk Hıristiyanlar da oradan oraya dolaşmayı ve bu yüzden her şeye maruz kalmayı imanın zorunlu neticesi olarak görüyorlardı” (Sennett, Yabancı, Metis).

Tanrı mekânın değil, zamanın tanrısıdır. Yeryüzü, yani mekân ise tanrının yeryüzündeki temsilcisi kapitalist iktidarın insafına terk edildi. Dünya, bir sınav yeri. Sınav düzenleme ihalesini kapitalist iktidar aldı. Sınavların koşullarını, zorluk derecelerini, aşamalarını onlar belirliyor. Zaman tanrısı adına, ekolojik ve toplumsal yıkımlarla sınıyorlar bizi. İmanımızın sınandığı parkurlar giderek zorlaşıyor. Kapitalistlerin sömürüsüne, acılara, açlığa, işkencelere katlananları, zaman tanrısı sonsuz yaşamla, cennetle ödüllendirecek. Ödüle kavuşmak için iktidara boyun eğmeniz gerekiyor. Güzel numara. Zaman tanrısı, vaktin nakit olduğunu bildirdiğinden beri, yeryüzünü yağmalayıp zenginlik biriktirenler, sömürülenlere sıkıntılara göğüs germelerini öğütlüyor. Şirketin din işlerinden sorumlu müdürü fetva veriyor: “Sizi açlıkla sınayacağız, maddi ve manevi sıkıntılar alın yazısı, isyan etmeyin”. Zamana bırakın her şeyi, biz sizi iliklerinize dek sömüreceğiz, ödülünüzü zaman tanrısından alacaksınız, ama öldükten sonra. Ve ölümüne çalışıyor ve yaşıyoruz.

Umut, zaman tanrısından medet umma duygusudur. İçinde yaşadığımız kötü koşulların zamanla iyileşeceğini beklemek. Beckett’in bir türlü gelmeyen Godot’su, bu duyguyu boşa çıkarmış ve gelmesini bekleyenleri minimalist, felaketimsi bir dekorla baş başa bırakmıştır: “Bir kır yolu, bir ağaç, akşam. Aynı zamanda hem her yerdir hem de hiçbir yer; yersizdir, bağlamsızdır” (N. Thompson, İktidarı Görmek, KÜY); Marc Augé’nin “yer-olmayan”ı; tıpkı yaşadığımız mekânlar gibi. Mekânların en kötüsünde yaşıyoruz; bunun sorumlusu zaman değil, zamana inanıp iktidara boyun eğenlerdir.

SİZ HİÇ HARİTADAN ÇIKTINIZ MI?

 18.09.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

Durmadan çatallanan yolları, çatallandıkça anlamı çoğaltan anlatıları hiç sevmedik. Bizim istediğimiz, kestirmeden anlama ulaşmak. Kıssadan hisseler olsun, yormasınlar bizi. Soruları çoğaltanları değil, anlamı tekleştirenleri, dünyayı tek bir anlamın içine sığdıranları sevdik en çok. Sözü, açık havada gezdirenlerin söylediklerinden hiçbir şey anlamadık. Bizim istediğimiz, paketlenmiş, hemen tüketebileceğimiz mamul anlamlar; anlamı yitirdiğimizde, hap gibi, bir yudum suyla alındığında yeniden anlamlı bir hayata kavuşacağımız kapsüller. Biz, hayatın dolambaçlı yollarında kaybolmaktan, kayboldukça anlamı yitireceğimiz ve yeni anlamlar keşfetmek zorunda kalacağımız yolculuktan korktuğumuz kadar hiçbir şeyden korkmadık. Bu yüzden evimizi ve değerlerini hiç terk etmedik. Nereye gidersek gidelim, dışarıya evin penceresinden baktık ve evin değerlerine göre yargıladık her şeyi. Biz aslında hiç yolculuğa çıkmadık. Yolculuk, mevcut anlamın yitirildiği ve karşılaşmalarla, yer ve bağlam değiştirmelerle anlamın durmadan değişebileceğini keşfedeceğimiz bir süreç. Süreç, bize yabancı. Biz, olup bitmiş şeyleri sevdik; olup bitmiş şeylerin kalıcığını. Ve ne zaman başımız zora girse, olup bitmiş şeylerden medet umuyor, ellerimizi göğe kaldırıp kurtarıcılara yakarıyoruz. Kurtarıcılar değişse de baba sıfatları hiç değişmiyor. Babalarının dizinin dibinden ayrılmayan çocuklarız.

Çocuk derken, babalarının paçalarına tutunan, kurtarıcı babaların haritalarıyla yollarını bulmaya çalışan yetişkinlerden bahsediyorum. Yoksa henüz haritalandırılmamış bir düzlemde gezintiye çıkan, verili haritaya yerleşmek yerine, yeryüzünde dolaştıkça kendi haritasını çıkaran gerçek çocuklardan değil. Çocukluk, sonu gelmeyen sorularla dünyayı, şeyleri ve aralarındaki ilişkileri tanıma süreci; yanıttan çok soruların peşinden gidilen oluş hâli. Süreç kesintiye uğradığında ve hâlihazır haritalara yerleştiğinizde yetişkinsiniz artık. Aradığınız her şey haritaya yerleştirilmiş; yolunuzu asla kaybetmezsiniz. Çocuk, aradığı yanıtlardan çok sorduğu sorularla tanımlanır; verili bir anlam haritasına yerleşmiş/yerleştirilmiş yetişkinlerden farkı.

Çocuk, sorularıyla mevcut anlam haritasını yerinden edebilir, sizi de. Hazır yanıtlarınız bir işe yaramaz ve düşünmek zorunda kalırsınız. Asılı kaldığınız anlam ağlarını çökertebilir. Henüz haritalandırılmamış bir düzlemde oradan oraya sıçrar, yan yana gelmesi mümkün olmayan şeyler arasında bağlantılar kurar; bir bozguncu. Oysa yetişkin olmak, haritayı öğrenmek ve haritaya sadık kalmaktır. Haritanın içinde hareket ediyoruz şimdi. Haritaya yerleştiğimiz an, yeryüzündeki yolculuğumuz sona erdi. Artık orienteering (yön bulma) sporu yapıyoruz.

Zaman ve mekândaki çatallanmalarıyla anlamı çoğaltan bir ormanda gezintiye çıkabilirdik; yaşam formlarına çocuk gözleriyle bakabilir, şaşırabilirdik ve yaşamı olabildiğince duyumsayabilirdik. Oysa şimdi aynı ormanda, elimize tutuşturdukları haritada gösterilen hedefleri bulmak ve parkuru en kısa zamanda tamamlamak için zamana karşı yarışıyoruz. Acele etmeliyiz, zamanında hedeflere ulaşamayanlar diskalifiye ediliyor. Bir parkuru tamamladığımızda, bir diğeri başlıyor. Yeryüzünde değil, haritada dolaşıyoruz. Bir çocuk gibi haritanın dışına, yeryüzüne sıçramak ve yeryüzündeki karşılaşmalarla kendi haritalarımızı çıkarmak aklımızın ucundan geçmiyor. Kaybolmaktan çok korkuyoruz çünkü. Kaybolmak, iktidarın yakalama aygıtı, haritadan çıkmaktır.

“Ormanda çizilmiş patikalar bulunmadığında, herkes belli bir ağacın, sağından ya da solundan ilerlemeye karar vererek, her karşılaştığı ağaçta bir seçim yaparak kendi güzergâhını çizebilir” (Eco, Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti, Can). Güzergâhımızı birlikte çizebilirdik. Ama yaptığımız şey, iktidarın çizdiği parkurda, iktidarın yerleştirdiği hedeflere ulaşmak; iktidarın penceresinden bakarak yaşamı olumsuzlamak ve ötekileştirdiklerini canavarlaştırmak. Haritanın dışına çıktığımızda, dünyanın hiç de evin penceresinden göründüğü gibi olmadığını keşfedebilirdik; yeryüzüyle ve birbirimizle buluşabilir ve karşılaştığımız her yaşam formuyla birlikte anlamın nasıl da çoğaldığını görebilirdik. Göremiyoruz, o çok güvendiğiniz harita, algıların köreltildiği hapishanedir.

LEŞ, KENDİ BEDENİNİ FATHEDENDİR

 11.09.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

Genellikle nesneleri ve olayları birbirinden ayırma eğilimindeyiz. Nesneler vardır ve bir de bu nesnelerin başına gelen olaylar. “Gelen her şey merdivenden gelir” diye yazıyordu Perec (Yaşam Kullanma Kılavuzu). Merdivene açılan kapıyı sıkıca kapatırsınız, olur biter; başınıza da bir şey gelmez. Bu açıdan baktığınızda nesneler olup bitmiş varlıklardır ve her olay, bu varlıkların olup bitmişliğine yönelik dışarıdan gelen bir tehdittir. Ve olup bittiye getirerek kendilerini iktidar konumuna getirenler, olayları hiç sevmezler; çünkü olup bitmişliklerini yitirebilirler. Dışarısı, olayların mekânıdır. O yüzden dışarısını da hiç sevmediler. Dışarısını ancak içeri kıldıklarında içleri rahatlar. Dışarısını içeri kılmak, dışarıyı fethetmektir. Fethetmek, içerisinin düzenini dışarıya taşımak; dışarısını içerinin bildik, basmakalıp mobilyalarıyla döşemek. O yüzden fethedilen her şey, kaçınılmaz olarak dışarısını da içerecektir.

Mesela iktidar açısından Ayasofya, içerideki dışarıydı. Techir, 6-7 Eylül olayları, Çorum ve Sivas Katliamları ve sonu gelmeyen ötekileştirme çabaları, içerideki dışarının bertaraf edilmesidir. Dışarıyı kazımak kolay değil. Ne kadar kazırsanız kazıyın, küçük de olsa mutlaka dışarının bir parçası içeride kalmıştır ve içerinin düzenine bir tehdit olarak varlığını sürdürecek. İktidar, dışarıdan korktuğu kadar hiçbir şeyden korkmamıştır. O yüzden fetihçiler, fethedilen yerlerin fethini asla bitiremezler. İçerideki dışarıyı tükettiklerine ikna olduklarında, kendi bedenlerine yönelecekler, çünkü bedenlerinin içi de dışarlıklı yabancılarla dolu. Freud’un unheimlich (tekinsiz) dediği tanıdık yabancılardan söz etmiyorum, bildiğiniz cismani yabancı bedenler.

Rus biyolog Konstantin Merezkovski’nin ortaya attığı bir görüş olan “simbiyogenez, ortakyaşamla gerçekleşen birleşmeler sonucunda yeni organların ve organizmaların oluşumu anlamına geliyor” (Lynn Margulis, Ortakyaşam Gezegeni, Varlık). Hücrelerimiz, mikrop olarak değersizleştirdiğimiz farklı türden bakterilerin birleşmesiyle ortaya çıkmışlar. Ve onların ortakyaşamı olmasaydı, biz asla olmayacaktık. İçimiz yabancı bedenlerle dolu. İçerideki yabancılardan kurtulmak, kendini yok etmektir. Merdivene açılan kapıyı kapattıklarında olaylardan kurtulanlar, bahçelerinde hayali soyağaçları yetiştiriyorlar. “Soyağaçları, çoğu zaman aşağıdan yukarı doğru büyür: tek bir gövdeden çıkan dallar, her dalın ortak atalardan ayrılmasıyla pek çok farklı soya ayrılır. Oysa ortakyaşam bize, bu tür ağaçların, geçmişin idealleştirilmiş suretleri olduğunu gösterir. Gerçekte... türler bir araya gelir, kaynaşır ve aynı döngüye başlayacak olan yeni canlılar üretir” (Margulis). Doğa dikine değil, yabancı bedenler birbirini kaptıkça, daha karmaşık ortakyaşamlar kurdukça ilerliyor. Ve olay, bedenlerin karşılaşması ve kaynaşmasıdır, her zaman dışarıda gerçekleşiyor. Olay, yaşamın ta kendisidir.

Dışarısı tükenince, içerideki dışarıyı durmadan fethedene, kendi üzerine kapanan ve kendi bedenini yiyip tüketerek hızla çürüyene leş denir. Leş, bünyesindeki en küçük yaşam belirtisine bile düşman. Baksanıza, yaşam belirtisi gösterenleri, yaşamı talep edenleri nasıl da terörist olmakla suçluyor. Bir leş olarak kendini pozitif konuma yerleştirenler, hâliyle yaşamı da negatif olarak tanımlayacak. Sanatta ve algı psikolojisinde, boşluğun içinde yer alan nesneye pozitif mekân, nesnenin içinde yer aldığı boşluğa ise negatif mekân denmesinin nedeni, olaylardan arınmış, olup bitmiş nesnelere yüklediğimiz olumlu anlamdır. Leşliği sonsuza dek sürdürmek isteyenler, kendilerini pozitif olarak pazarlıyor. Kapının dışında uzanan boşluk, yani dışarısı, olaylarla, yaşamın kuvvetleriyle buluşacağımız yer. Yaşam, başımıza gelebilecek en güzel olaydır. İçerisi, çürümenin mekânı; dışarısıysa yaşamın. Leşe rağmen, hâlâ içeride yaşayanlar var. Leş ile birlikte çürümek istemeyenler, kaçış çizgileri yaratmak zorunda; yaşamın kuvvetlerine dokunmak. Ama leş, dışarısı, yani yaşam tarafından yerinden edilmekten çok korkuyor. Leşle birlikte sonsuza dek çürümek kim ister ki, siz? Farklılıklarımıza rağmen, dışarıda birleşerek ortakyaşamlar yaratmak zorundayız. Simbiyogenez kurtuluştur.

HİSSELİ KISSALAR KUMPANYASI

04.09.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

Bir kıssa alabilir miyim lütfen? Uzun ve çetrefilli öyküler, galaksiler gibi, döne döne birbirine dolanan, durmadan birbirine uç veren dolambaçlı anlatılar bize göre değil. Akıl yürütmek zorunda kalacağımız, aklı yürüttükçe olmadık bağlantılar kuracağımız karmaşık anlatılarla yormayın bizi. Aklın bacakları dermansız, yürüyemiyor; oturduğu yerden kalkması çok zor. Hayatın tabaklanıp, oturduğumuz masaya servis edilmesini bekliyoruz. Bize meseller ya da kıssalar anlatın ve her meselin sonunda mutlaka bir darb-ı mesel, her kıssanın sonunda da bir kıssadan hisse olsun. Damaklarda ahlak tadı bırakan, ama bireysel ve toplumsal bünyelerde zehir etkisi yaratan öyküler.

Sokakların köşe başlarında kıssacılara rastlayabilirsiniz. Bir kadın köşe yazarı, bir kentin kadınlarına dair kıssadan hisse çıkardığında, kestirmeden sonuca ulaşıyor ve bünyelerde, düşüncelerde tahribatlar yaratabiliyor. Ya da çocuk kitapları yazanlar, yine kendi kıssalarından hisseler çıkardıklarında, bu hisselerden çocukların payına sadece şiddet ve tecavüz düşüyor. Hisseler, eril iktidar ve yandaşları arasında paylaşılmış; kazanç sağlayan onlar. Değer kaybedenler ise, taşınır ya da taşınmaz mallara, yatırım araçlarına dönüştürülmüş çocuklar ve kadınlardır. Kıssalar ya da meseller; ders çıkarılması gereken, eğitici hikâye veya masallar. Kim kime ders veriyor? Ya da kıssalar kimin adına konuşuyor? Ders veren, eril iktidardır. Kıssalardan alınan dersler, hissedarlarına kazanç sağlamaktan başka bir işe yaramadığına göre, hisse sahibi olmadıkları ve zarar gördükleri hâlde kıssalardan kendilerine pay çıkaranlara ne demeli? Çünkü onlara, kıssanın hayatın damıtılmış hâli olduğu, kıssadan ders çıkardıklarında zahmetsizce hakikate kavuşacakları söyleniyor. Öyle de yapıyoruz. Hayatın çetrefilli yollarında kaybolmamak için kıssaların içine kapanıyoruz.

Hayat kıssalara sığar mı? Hayatı hisseli kıssalara sığdıran, sırf hayata dokunmamak için kıssaların içinde acı çeken bir toplumu, başına gelenlerden ders çıkarmıyor diye eleştiremezsiniz. Onlar derslerini hayattan değil, kıssalardan almışlardır. Ne gerek var hayatın kendisine maruz kalmaya? Hayat geçmişte birileri tarafından yaşanmıştır; o birilerinin hayatı kıssalara dönüştürüldüğünde, çıkarılan dersler tüm zamanlar ve mekânlar için geçerlidir. O birileri nedense hep iktidarlarını yitirmekten korkanlar oluyor. Tabii kıssaların şöyle de bir yararı var: Her şey hakkında ahkam kesebilir, yüzünüzde pişkin bir ifadeyle başkalarına hayat dersi verebilirsiniz. Farkına varın ya da varmayın, kullandığınız kıssalar, hisseli kıssalar kumpanyasının ürünleridir. Bir şirketin tek bir amacı vardır, hissedarlarına kâr sağlamak. Hisseli kıssalar kumpanyası da hakikat ambalajında kıssalar satıyor; satmalı, yoksa yeryüzünün bedenlerini nasıl sömürecek? İktidar ve hissedarları semirirken, bizlere de mesellerin darb kısmı düşüyor, durmadan darbelerin şiddetine maruz kalıyoruz. Oysa hayata da maruz kalabilirdik, ama korku yok mu, yaşamaktan korkmak?

Hayatın dolambaçlı yollarında bir telaş, rehber arıyoruz, bize kıssalar anlatacak. Buluyoruz da. Yol ağızlarında içimizi korku sarıyor; allahtan rehber var; doğru yolu gösteriyor. Galeriye girdiğimizde rehberli turlara katılıyoruz, içimiz rahat. Rehber görülmesi gerekenleri gösterip söylenmesi gerekenleri anlatıyor. Rehberlerin eşliğinde hayatın koridorlarında dolaşıyoruz. Aklımızı yürütmeyelim diye hayatı kısaltıp bizim için kıssalara çevirmişler, oh ne rahat. Oysa hayat, rehberlerin bize göstermedikleri ve anlatmadıklarıdır. Marx “Bir soruyu formüle etmek, onu çözmektir” dediğinde, soruyu kimin ve nasıl formülleştirdiğini de ima ediyordu. Her kıssa bir formül ve çözümü de hissesinde yatıyor. Hayat denilen sorunu formülleştirip kıssadan hisseler hâline getiren iktidardır. Kıssaların dışında ne var acaba? Anlatılmayanlar ve gösterilmeyenler neler, hiç merak etmiyor musunuz? Kıssaların en kısası olan özlü sözlerden biri, bu soruyu da bizim için yanıtlamış: “İnsanın başına ne gelirse ya meraktan ya da meraktan gelir”. Başımıza hayattan başka ne gelebilir ki, henüz yaşayamadığımız hayat? Kıssalar, hayatın düşmanları; onlardan kurtulmak gerekiyor.

ODYSSEUS EVİNDEN HİÇ AYRILMADI

28.08.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

İnuit bir rehberin eşliğinde Arktik tundrada seyahat eden bir doktor tipiye yakalandıklarında korkmuş ve bağırmış: “Kaybolduk!” İnuit rehber istifini hiç bozmamış: “Kaybolmadık, buradayız” (Alberto Manguel, Merak, YKY). Göz gözü görmeyen bir ortamda ev ve bizi eve götürecek işaretler görünmez olduklarında telaşa kapılıyoruz. Telaşa kapılmayın, bir yere gitmedik, buradayız, evimizde. Sadece zihnimize kazınmış mekân haritası, şu an içinde bulunduğumuz mekân ile örtüşmüyor artık. Yerimizi saptamaya yarayan tüm referans noktalarını yitirdik. Yer değiştirmesek de hızla değişen toplumsal ve politik peyzajla birlikte yerimizden edildik. Referans noktalarınızı yitirmişseniz, kaybolmuşsunuzdur. Evdeyiz, ama aynı zamanda evde değil. Tuhaf bir duygu, Manet’nin resmettiği türden: ‘“Onun fırçası altında “evinde”-”yabancı” ikiliği dağılır, zira aşina yerlerin imgeleri bizatihi garip ve yabancı hallere bürünür”’ (Sennett, Yabancı, Metis). Krokide bulunduğumuz yeri, “Buradasınız” diye gösteren levhalar bize yabancılığımızı hatırlatır. Sık sık hatırlatmak gerekiyor.

Önceleri pek kaybolmazdık. Denize açıldığımızda kerteriz alacağımız kıyı, hep gözümüzün kıyısında olurdu. Sonra kıyı giderek gözden kayboldu, kıyıyla birlikte tüm referans noktaları da. Bir zamanlar katı olan her şeyin hızla buharlaşması gibi, bulunduğumuz konumu, kimliğimizi belirleyen, yaşamlarımızı anlamlandıran kerteriz noktaları da hızla sıvılaştı. Kaybolduk. Ve yüzeye çıkan yeni referanslarla yeniden konum tespiti yapmak zorundayız, ama boşuna. Çok geçmeden o konumu da yitirecek ve yeni konumlara doğru yelken açacaksınız. Yaşadığınızın, kadim mitolojide anlatılan kahramanın yolculuğu olduğunu düşünmeyin sakın. Aksine, Baudelaire ve Aragon’un modern mitoloji kahramanları, hızla değişen kent peyzajının imgeleriyle sürüklenenlerdir. Modern kentler imge denizine dönüşünce, imge dalgalarıyla oradan oraya sürükleniyoruz. Artık evin yerinde yeller esiyor, açık imge denizlerinde plankton misali oradan oraya savruluyoruz.

Oysa Odysseus evinden hiç ayrılmadı. Kadim mitolojilerde kahramanı kahraman yapan, evinden hiç ayrılmamak ve evin yaşama düşman değerlerini her yere bulaştırmaktır. Bizim bir evimiz ve eve ait değerlerimiz var mı? Ev, aşina olmadığımız imgeler tarafından ele geçirilince artık evimizde bile kendimizi evimizde hissetmiyor ve hep yerinden ediliyoruz. Oysa Odysseus’u, evde başlayıp evde biten yolcuğu sırasında ne Lotus-yiyenler’in evi unutturan meyveleri kandırabilmiş ne de Sirenler’in baştan çıkarıcı şarkıları ayartabilmişti; o bildiğini okumuş ve eve ait olmayanları, yabani olanları, canavarları gözünü kırpmadan öldürmüştü. Öldürdükleri aşina olmadığı imgelerdi. Biz ise aşina olmadığımız imgeler tarafından baştan çıkarılmaya hazırız. Odysseus hazların peşinden koşmamak için kendisini gemisinin direğine bağlatmış ve gemicilerinin kulaklarını da balmumu ile tıkatmıştı. Odysseus evinden ayrılmamak için elinden geleni yaptı ve eve döndüğünde geride cesetler bıraktı.

Evimizi çoktan yitirdik, fakat evi ele geçirenlerin kendi zevklerine göre dayayıp döşedikleri evi hâlâ kendi evimiz sanıyoruz. Ve üstelik evin değerlerini ve peşine düşeceğimiz hazları bile onlar belirliyor. Madem imge dalgalarıyla yaşamaya alıştık, yeryüzünün dalgalarıyla da yaşayabiliriz. Dalgaların üzerinde bir ev inşa etmek. Ama bu ev, evi ele geçirenlerin “hepimiz aynı gemideyiz” safsatasındaki gemi olmasın. Onlar, bir an önce atılması gereken safralardır. Zapatistalar kendi serüvenlerini bir gemi yolculuğu olarak tanımlamışlardı: “(Ormandaki toplantı yerini örten) bu tente aslında bir yelkendir, oturduğumuz sıralar kürekçi sıraları, bu tepe muazzam bir teknenin gövdesi, sahne ise geminin köprüsü... Velhasıl ben de bir korsanım... hiçbir limanı hedeflemeyen sonsuz bir yolculuk” (Stavrides, Kentsel Heterotopya, Sel). Bu yolculuk, iktidarın yeniden ürettiği kahramanın yolculuğu değil; aksine hep birlikte kürek çekip, birlikte yaşamı çoğaltacağımız, arkamızda cesetler değil, filizler bırakacağımız sonsuz bir yolculuktur. Hazır yüzlerimizde maskelerimiz de var, Zapatistalar gibi bizim de kahramanlarımız olmasın. Ama mutlaka korsan gibi, “öfkeyle patlayan duyarlılıklarımız” olsun.

HALA BABANIZIN BAVULUNU MU TAŞIYORSUNUZ?

 21.08.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

Bedenler bavullarımız; taşırken çoğu kez zorlanırız. Kimileri çok ağır; baksanıza, nasıl da sürüklüyorlar peşleri sıra; kim bilir neler taşıyorlardır içlerinde? Kimininki o kadar hafif ki rüzgâr çıksa havalanacak ve çok geçmeden gökyüzünde gözden kaybolacak. Herkes bilir, kimi zaman çok ağırlaşır bavulumuz, taşımak zorlaşır; kimi zaman o kadar hafifler ki bıraksan kendi başına, bir yay gibi, yerçekimine rağmen havalara sıçrayacak. O geçiş duygusu yok mu, kederden neşeye doğru, bedenin birden bire hafiflemesi? Nasıl da özlemişsinizdir o duyguyu, bilmez miyim? Tüy gibi hafif bir bedenle yeryüzünde dolaşmak. Kentin sokaklarında dolaşan bavulların hafif mi yoksa ağır mı olduklarını bir bakışta anlayabilirsiniz, yürümelerinden belli. Kimi evden çıkmadan önce, tıpkı evi gibi, şeylerle tıka basa doldurmuş bavulunu; kimi ise sadece hayatta kalmak için gerekli olanları almış yanına. Bavul ne işe yarar ki? Bavul, alet çantasıdır. Yolculuğu kolaylaştıracak, yaşamı hafifletecek alet edevat takımı.

Bavul evimizdir. Evinizin içi nasılsa bavulunuzun içi de öyledir. Ya da bavulunuz nasılsa bedeninizin içi de öyle. Yolculuğu bir yaşam biçimine dönüştürenlerin, göçebelerin bavulları hafiftir. “Uzaklara seyahat etmek istiyorsanız, hafif seyahat edin; hasetlerinizi, kıskançlıklarınızı, bencilliklerinizi ve korkularınızı bırakın” (Cesare Pavese). Asla evden çıkmayan, gittikleri her yere evlerini de götüren yerleşiklerin bavulları bellekleri gibi gereksiz bir sürü ıvır zıvırla doldurulmuştur. Ev ya da bellek bavula sığar mı? Aleksandr Soljenitsin’e göre sığar: “Belleğiniz bavulunuz olsun”. Bavulları, eve ait olmayanlara, yabancılara karşı tıka basa nefretle, hınçla doludur. Yaşamı hafifletmek yerine, her yere evin ağır, bunaltıcı havasını bulaştırırlar. Eve ait olmayan ile her karşılaşma, canavarla karşılaşmadır. Ve kahramanca savaşırlar: “Yüce ya da üstün insan canavarları yener, bilmeceler sorar, ama bilmecenin ve canavarın kendisi olduğunu bilmez” (Deleuze, Kritik ve Klinik, Norgunk). Evin dışarısı canavarlarla dolu; bavulunuzu canavarlara karşı kin, nefret, hınç gibi silahlarla doldurmuşsanız çoktan canavara dönüşmüşsünüz demektir. Kamusal mekân, evlerini bavullarına sığdıran ve dünyaya bavullarının penceresinden bakan canavarla dolduruldu.

Evin penceresinden bakmak, D.H. Levin’in tanımladığı iki görme kipinden birine, “asertonik bakış”a denk düşüyor: “Dar, dogmatik, tahammülsüz, katı, sabit, esnemez, dışlayıcı ve etkilenmez” (J. Pallasmaa, Tenin Gözleri, YEM). Penceresinden bakınca canavarlar gören ve Odysseus gibi, evinden ayrılıp canavarları öldürdükten sonra tekrar evine dönen kahraman, evde başlayıp evde biten eril yolculuğun çemberi içine kapatılmış ve aslında evinden hiç çıkmamıştır. Çember, babanın bavuludur; babanın, katliamlar için hazırladığı alet çantası. Yeryüzü kahraman için, kendisini babasına ispat edeceği Odysseia’dır. Ya da Dede Korkut masallarındaki boğayı yumruğuyla dize getiren Boğaçhan gibi, erkekliğini kanıtlayacağı er meydanı. Boğaçhan, Theseus’tur; labirentindeki yarısı boğa, yarısı insan, Minotor’u katleden kahraman. Boğa, yaşamdır, yaşamın kudreti. Evlerini bavullarında taşıyanlar, canı olanları canavar diye öldürüp canavarlaşanlar, bavullarında babadan kalma Theseus’un sopasını ve Boğaçhan’ın yumruğunu taşırlar.

Bavul gibi sürüklüyoruz bedenlerimizi. İçinde, evin tüm yükü var. Oysa ev çoktan ele geçirildi, Cortazar’ın öyküsündeki gibi. Evi ele geçirenlerin eve yükledikleri ve evin değerleri diye taşıdığımız yaşama düşman tüm yüklerden kurtulmak gerekli, hafiflemek için. Atılacak ne çok şey var. Ev, yaşama düşman değerlerle o kadar kirletildi ki, artık temizlemek mümkün değil. Evden topyekûn kurtulmak, Cortazar’ın öyküsündeki gibi, ele geçirilmiş evi terk edip sokağa çıkmak. O özlediğimiz hafiflik, neşe duygusunu evin yükünden kurtulduğumuzda hissetmiyor muyuz? Sokak, yeni değerler yaratmanın zemini: “Yaşama üstün, hatta kahramanca ağırlıklar yüklemek değil, yaşama ait olan, yaşamı hafifleten ve olumlayıcı hâle getiren yeni değerler yaratmak” (Deleuze). Bedenlerinizi yeryüzüne açılan sokakların rüzgârlarıyla doldurun; şimdi yeni aletler yaratmanın, yaşamı savunmanın zamanı.

YORGUN RUHLAR NEREYE GÖÇER?

14.08.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

Yorgunum. Tonlarca yükün altında kalmışım sanki. Uzuvlarım yerinden kalkmıyor; oynak eklemlerle birbirine bağlı kemiklerim basınçtan dolayı birbirlerine kaynamış, kımıldatamıyorum. Yorgunluğumuz, hayatın üzerimize çullanması ve altında kalmamızdan. Metal yorgunluğu değil bizimkisi, et yorgunluğu. İnsan yorgun olunca bir et yığını gibi hisseder kendini ve bulduğu bir köşeye yığılır. Yığılmış gövdeler görüyorum her yerde, metroda, tramvayda, gemide, parklarda. Yorgun et yığınları, artık kendilerini gerçekleştiremeyen, beden olmayı bırakmış gövdelerdir. “Yorgun artık hiçbir (öznel) imkâna sahip değildir, en ufak bir (nesnel) imkânı bile gerçekleştiremez” (Deleuze, Bitik, Norgunk). Bu tükenmişlik hissi ruhumuzu, bir rüzgâr gibi hafif olabilen ve yeryüzünün tuhaf öykülerle bezeli coğrafyalarında esintiye çıkmayı çok seven ruhumuzu, sanayi atıklarıyla kirlenmiş ve akışkanlığını yitirmiş, yoğun, kıvamlı bir ağır metal karışımına, artık akamayan kirli bir sıvıya dönüştürdü, giderek katılaşıyor. Ruhum metal yorgunu ve yerçekimine yenik düşüyor.

Ruh da maddenin çekim yasasına uyar. Giderek yoğunlaşan ve ağırlaşan ruhumun içerilere, yerkürenin çekirdeğine doğru çekildiğini hissediyorum. Yerkürenin çekirdeği, yoğunluk ve ağırlık bakımından en ağır elementlerin bulunduğu bölüm. Bedenleri tükenmiş ve et yığınlarına dönüşmüş, ağır ve yorgun ruhların, yerçekiminin çağrısına uymaktan başka seçenekleri yoktur. Et yığınlarını terk edip yerkürenin çekirdeğine doğru çekiliyorlar şimdi. Ruhlar orada, hiç olmadıkları kadar yakın duracaklar birbirlerine. İç çekirdeğin yüzeyindeki sıcaklığın yaklaşık 5430 °C olduğu tahmin ediliyor. Bu sıcaklık Güneş’in yüzeyindeki sıcaklıktır. Ve çekirdekte yoğunlaşan ruhlar, evrenin ve dünyanın başlangıç koşullarını hiç olmadığı kadar yakından duyumsayacaklar; yerkürenin bir ateş topu olduğu, ateşten bir yumurta gibi tüm mümkün dünyaları içerdiği zamanları. Yerkürenin yorgun kabuğunun altında güneş var; yorgun ruhları çağırıyor. Et yığınları, tıpkı yerkürenin kabuğu gibi soğuk ve yorgun; ama içlerinde için için yanan kudret saklı; yorgun et yığınları güneş gibi kudretli bedenlere dönüşebilirler. Et yığınları, organların hiyerarşik örgütlenmesini yitirmişlerdir. Ve bir yumurta gibi, içlerindeki yeni bir dünyayı doğuracak mümkünler alanına bir anda kavuşabilirler.

Yorgunuz. Yorgunluğumuz, bir devlet gibi örgütlenmiş bedenlerimizin öznel ve nesnel tüm imkânlarını tüketmesinden kaynaklanıyor; sömürmenin ve sömürülmenin tüm kombinasyonları tüketildi. Tükenen, iktidarın tasarladığı ve mekânsallaştırdığı bedenlerdir. Kendini bir baş olarak dayatan devlet, halk denilen kendini taşıttıracağı gövdeyi inşa etmek için bedenleri organlarına dönüştürmek zorunda. Gövdesine yapıştırıldık, kımıldayamıyoruz; ne eklemlerimizi ne de düşüncemizi oynatabiliyoruz. Paola Virno, Hobbes’a atfen, “halk kavramı devletin bir yankısı, bir yansımasıdır. Eğer devlet varsa, o zaman halk da vardır” diyor (Çokluğun Grameri, Otonom). Ya da yine Hobbes’tan mülhem, şöyle de söyleyebiliriz: Ve iktidar halkı yarattı ve ona tek bir eylem ve tek bir irade bahşetti. Ve halkın tek eylemi ve tek iradesi kudretini iktidara teslim etmektir. Kudretini teslim eder, bir kenara çekilir, artık sahne iktidarındır; halka da iktidarın entrikalarını seyretmek ve mızmızlanmak düşer.

Yorgunuz. Yorgunluğumuz, bizim adımıza girişilen, asla arzu etmeyeceğimiz ve asla onaylamayacağımız eylemlerin tonlarca yükü altında ezildiğimiz içindir. İrademizi temsil ettiğini iddia eden iktidarla birlikte biz de tükendik; tükenen, devlet ve devlet gibi örgütlenmiş bedenlerdir; yeryüzünü sömürmenin bin bir biçimi. Çinli yazar Yu Huan’ın dediği gibi, “Halk sadece bir paravan şirkettir” (On Sözcükte Çin, Jaguar). İradelerimizi gasp eden ve halk adı altında şirketleşen iktidar yeryüzünü ve yeryüzünün bedenlerini iliklerine dek sömürüyor. Geriye, tüm kaynakları tüketilmiş et yığınları kaldı. Ruhlar şimdi, et yığınlarını terk edip arzın merkezine seyahat ediyor. Ruhları geri döndüğünde bedenler, bir güneş gibi parlayan kudretleriyle yeryüzünü şenlikli bir yere çevirebilir mi? Ya da halk denilen devlet organı yerini çokluğun şenliğine bırakabilir mi? Sorular, sorular...