24 Nisan 2020 Cuma

HAYATI GERİ ALABİLİR MİYİZ?

Giorgione, "Uyuyan Venüs", 1510
RAHMİ ÖĞDÜL
24.04.2020
Manzaraya baktığımızda gözlerimiz kadın arıyor ve buluyor. Çırılçıplak uzanmış, edilgin ve davetkâr; arzularımıza boyun eğmeye hazır. Edgar Degas’nın ‘Paysage’ına dikkatle bakarsanız, sırt üstü uzanmış kadın bedeninin topografyayı oluşturduğunu fark edeceksiniz. Gözlerimizi ne zaman doğaya çevirsek, doğa sere serpe uzanmış bir manzaraya dönüşüyor. Doğa, hazlarınızı yaşamanız için sırt üstü uzanmış, sizi bekliyor.
Biçimlendirici etkin gücü eril, biçimlendirileni dişil olarak tanımladığımızdan beri doğa, eril akıl tarafından biçimlendirilen dişil özelliklerle donatılmış. Ve erkeğin nesnesini bir kadın olarak görme alışkanlığı, doğayı manzaralaştıran resim sanatından bize bulaşmış olabilir. Dürer’in ‘Perspektif Aleti’ gravüründeki obje olarak kadın mesela. Ya da Rönesans sanatçısı Giorgione’nin ‘Uyuyan Venüs’ündeki ön planda boylu boyunca uzanmış kadın, arka planda uzanan manzaranın topografyasını belirliyor; yumuşak, uyumlu eğriler pastoral, dişil bir manzara için gerekli.
Manzara dediğimiz ve bakışlarımızı içine yerleştirdiğimiz doğa temsilleri, kendimizi evimizde hissetmemizi sağlıyor. Manzara, eril bakışın boyun eğdirdiği ev nesneleri gibi, boyun eğdirilmiş doğadır. Manzara resmi, park ve bahçeler, yani doğa temsilleri; doğanın evcilleştirildiği ve tüketilebilir hâle getirildiği görsel kullanım nesneleri. Ve doğadan anladığımız, tüketilebilir bir temsildir. Kendi kendini biçimlendiren içkin kuvvetler alanı olarak doğa, birden temsili bozduğunda sadece görsel manzaramız bozulmakla kalmıyor; kavramlarla inşa ettiğimiz temsili düşünsel peyzajımız da alaşağı ediliyor : “Kötü bir deprem en köklü kavramları alt üst edebiliyor. Sağlamlığın simgesi olan toprak, tıpkı bir sıvı gibi ayaklarımızın altından kaydı” (Darwin). Devrimi, mevcut şeyler düzeninin alt üst oluşu olarak tanımlarsak, yaşadığımız tam anlamıyla bir devrimdir: Viral devrim. İnşa edilen temsili düzen, bu temsili düzen içinde kurulmuş temsili hayatlar, temsilin dekorları, gerçeğin sismik dalgalarıyla alt üst olmuştur. Küresel ağlarla bir temsil alanı, bir sahne olarak inşa edilen dünya ile yeryüzünün temsil bozucu içkin kuvvetleri arasındaki boşlukta asılı kaldık.
Boşluk evlerimizdir. Boşluk, Taoculara göre henüz ortaya çıkmamış ve çıkmasıyla birlikte mevcut şeyler düzenini değiştirecek on bin varlığı, yani çokluğu içeriyor. Ama yaratıcı boşluk, yani evlerimiz, hiçbir şey olmamış gibi davranmamızı, normal hayatta yaptıklarımızı yapmamızı, böylelikle ruh sağlığımızı koruyabileceğimizi söyleyen dış sesler tarafından dolduruluyor. Kimisi, “evcil hayatınızı aynı uysallıkla sürdürün” diyor; kimisi, yaşadığımız zorunlu münzevi hayatı fırsata çevirmemizi, içimize dönmemizi ve kendimizi tanımamızı tavsiye ediyor.
Ve bu esnada dışarısı, hep olduğu gibi, doğal devrimlerden darbe koşulları üreten ve kurulu düzenlerini yeniden ve çok daha güçlü bir biçimde tesis etmeye çalışan hayatın düşmanları tarafından, hiçbir direnişle karşılaşmadan işgal ediliyor. Ve biz içeride hayatta kalma pratikleriyle uğraşırken, gelecek hâlihazırda dışarıda inşa ediliyor olabilir. Sakın gelecekteki yerimiz şimdi ve burada belirlenmiş olmasın? Evler bizim geleceğimiz mi? Hep aynı alışkanlıkla normal hayatımızı sürdürüp, bıkmadan usanmadan kendimizi tanıyacağımız, tanıdıkça sosyal medyada paylaşacağımız ve beğeni aldıkça var olmanın keyfini çıkaracağımız evler.
Oysa yapılan şey, varoluşun kudreti, en mahrem karanlığınızı, içinizdeki direngen çokluğu ihbar etmekten başka bir şey değil. Sosyal medyada var olmak, iktidarın elektronik sinir ağına eklemlenmek ve bedenlerinizdeki asi güçleri bir muhbir gibi durmadan ifşa etmektir.
İktidar manzarayı çok seviyor; topluma baktığında uysal bir kadın görüyor; sere serpe uzanmış, direnmeyen, mahremini paylaşmaya hazır. Tamamen evcil nesnelerden oluşan temsili bir toplum iktidarın hayaliydi, gerçek oldu. Ama bedenler asla edilgin değildir; tecrit günlerinde bile evdeki şiddete direnen kadınlardır. Ve doğa bedenlerin kıvrımlarında en direngen, asi güçlerini biriktiriyor; evlere sığmayacak, sokaklara taşacak ve temsili bozacak denli kudretli. Hayatı geri alabilir miyiz?

18 Nisan 2020 Cumartesi

MADDE KARANLIKTIR

Kazimir Maleviç, "Siyah Kare"
RAHMİ ÖĞDÜL
17.04.2020
“Açık düşmanı arıyorum” diye yazıyordu, Fransız edebiyatının lanetli yazarı Jean Genet; aradığı düşmanı tarif ederken. Bir de hayatın düşmanı var, apaçık düşman; aramanıza gerek yok, o mutlaka bulur sizi. Nazım Hikmet en açık hâliyle tanımlamıştır: “Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,/akar suyun/meyve çağında ağacın,/serpilip gelişen hayatın düşmanı.” Antik Yunan’da Adonia şenlikleri sırasında kadınların, gecenin karanlığında eril sokaklardan geçerek bir araya geldikleri çatılar; Fransızlar sokakları işgal edince Cezayir’deki Kasbah halkının direnişlerini sürdürdükleri çatılar; yani özgürlüğü soluduğumuz boşluklar bile dronlarla denetleniyor. Apaçık düşman gözlerimizin içine baka baka hayatı, hayatımızın her anını boğmaya çalışıyor.


Apaçık düşmanı tanıyoruz. Peki, örtülü olan, göremediğimiz, içimizde kulaçkaya yatmış düşmana ne demeli? “Açık düşmanı arıyorum” ifadesi, benim için açığa çıkarılması gereken düşmanı ifade ediyor. Hayatın düşmanı sadece insanlar arasından çıkıyor ve insandan hayata bulaşıyor. Hızla çoğalıp, “serpilip gelişene” musallat oluyor. August Strindberg, “hâkim irade” tanısı koymuştu buna. Hâkim iradeyle enfekte olmayan var mı?
“Her şeye tepeden bakmaya başlamıştı; ülkeler birer harita, insanlar birer kurşun asker olmuştu. Topograf, kendiliğinden düzlenmesi binlerce yıla bakan bir tepeyi toprakla bir ettikçe, ruhunda bir tanrılık hissediyordu... Üstelik subay olduğu için, alt rütbeli bir sürü insan vardı emrinde; düşüncelerini onlara sadece emir vermekle tebliğ ediyor, bu yüzden hepsine, hâkim iradesine hizmet eden kollar, ayaklar gözüyle bakıyordu” (August Strindberg, Açık Deniz Kıyısında, Varlık). Romanın kahramanı hâkim iradeyle enfekte olmuş; her yere bulaştırıyor. Hayatımız roman; biz yazmadık. Kurmaca bir metinde bize biçilen rolleri oynuyoruz. Mesleğiniz farklı olabilir; kurmacanın kahramanı olduğunuza göre hâkim irade mutlaka bulaşmıştır size de. Bulaşmamış gibi yapmayın; iradelerinizi milli kurmacaya teslim ettiğinize göre hayatınızın romanını onlar yazmıştır. Hakim irade için doğa, biçimlendirilecek formsuz bir madde. Özgürlük nedir ki? Ham madde deposu olarak gördüğünüz doğayı, enfekte olduğunuz hâkim iradeye göre biçime sokabilme serbestliği mi?
Ham madde ya da madde; çamur. Çömlekçi çamurdan ürettiği formları sır ile kapladıktan sonra fırınında pişirir. Mitler, bizim de çömlekçinin fırınından çıktığımızı söylüyor. Yüzeyleri sırlanmış yapay nesnelere ve parlak yüzeylerinde yansıyan imgelere tav olmuştuk. İncil, tanrının insanı kendi suretinde yarattığını söylüyor; tanrı-insan da kozmozunu kendi suretinde yarattı ve imgesinin yansıyacağı parlak yüzeylerle kapladı. Madde giderek görünmez olurken, sonunda maddesiz dijital kozmozun parlak yüzeylerinde sörf yapmayı hayat sandık. Yüzeyler parlak, ama hayatın maddesi karanlıktır. Analog fotoğrafçının, maddeye dokunduğu, maddeyle birlikte kendisini ve imgesini biçimlendirdiği karanlık odasını yitirmesi gibi, bizler de karanlığımızı yitirdik; parlak yüzeyleriz şimdi. Fakat birden sır çatladı, çatlağın içinden maddenin karanlığı sızıyor. Karanlık, gizil güçler alanı; bağrında, dayatılan biçime direnen kuvvetleri saklıyor, ele geçmeyen, boyun eğmeyen kuvvetler.
Madde karanlıktır; hâkim aklın ışığına direnir. Hâkim aklın hakikat dediği, gökyüzünden devşirilmiş ve maddeye giydirilmiş ışıklı aşkın formlardır, idealar. Platinos’a göre madde, hakikatinizi kirletir; hakikati maddede ele geçirebilirsiniz, ama bu ancak “bir camın arkasından görüyormuşcasına bulanık olacaktır”. Madde kötüdür; oyun hamuru gibi biçime sokabileceğinizi sanırsınız, ama oyununuzu içeriden çökertir. Çünkü sanıldığı gibi edilgin değildir; kendi kendine devinir ve kendini biçimlendirir. Virüs; mutasyonla durmadan biçim değiştiren hayatın maddesi değil mi? Hâkim iradenin bastırdığı madde, şimdi hâkim akılla tekinsiz oyunlar oynuyor. Hâkim iradeyle enfekte olanlar da maddeden yapılmıştır ve kurtuluşları parlak yüzeylerde değil, maddenin karanlığında yatıyor. Maddenin karanlığı, mevcut despotik düzeni değiştirecek kudreti; geçmişi, şimdiyi ve geleceği saklıyor. Muhtaç olduğumuz kudret, bedenlerimizdeki karanlık maddede mevcuttur!

11 Nisan 2020 Cumartesi

KOLEKSİYON NESNESİ OLARAK ÖZNE

Renee Verhoeven
RAHMİ ÖĞDÜL
10.04.2020
Yolculuk, evin güvenli ortamı terk edildiğinde başlar; yeryüzü tehlikelerle dolu. Dağlar aşılır, engin denizlerden geçilir, canavarlar öldürülür ve kişi, evine döndüğünde bir kahramandır. Kahramanın yolculuğunu yaşamak için evinizi terk etmenize gerek yok; canavar kapınıza dayandı; üstelik her kılığa girebiliyor. En evcil nesnelerin bile yabanileştiği, varlığımızı tehdit eden canavarlara dönüştüğü tuhaf zamanlar yaşıyoruz. Nesneler, tükettikçe kendini var eden öznenin varoluş dayanakları. Her şey öznenin etrafında dönüyor. Özne, kozmokratördür, yani evren yaratıcı. Kozmozunu, yeryüzünü nesneleştirdikçe, nesnelere simgesel anlamlar yükledikçe yaratıyor: “Eşyalar, davranışların düzenli bir şekilde ve sırasıyla yinelenmesini sağlayacak şekilde belli bir eksen etrafına yerleştirilmiş olup ailenin ev içindeki simgesel varlığını anımsatmaya çalışır gibidirler” (Baudrillard, Nesneler Sistemi, BÜY). Kolaj ve brikolaj yöntemleriyle nesnelerin yer ve işlevlerini değiştirip, aralarında daha önce mevcut olmayan ilişkiler icat etse de öznenin evrenindeki simgesel varlığı değişmiyordu. Nesneleri kendi amacına uygun olarak biçime sokma çabası, evcil ortamda sıradan gündelik bir faaliyet olarak gerçekleşirken, birden işler değişti. Boyun eğdirilmiş sıradan nesnelerin, artık yabanileştiği görülüyor. Ev, öznenin sığındığı kozmoz. Yabani nesneleri kozmozuna dâhil etmeden önce, evin eşiğinde evcilleştirme ritüelleri gerçekleştirmesi gerek. Yeryüzünün tahakküm altına almayı başaramadığımız işleyişi, nesneleri aracılığıyla öznenin giderek küçülen son sığınağını da tehdit ediyor.
Babil’in duvarlarını, dalga dalga yayılan Dicle ve Fırat’ın taşkın suları yıkmıştı. Şimdi virüs formunda dalga dalga yayılan yeryüzünün kaotik suları öznenin duvarlarına çarpıyor. Özne artık rahat değil; en tanıdık nesnelerin bile, Freud’un tabiriyle “tanıdık yabancı”ya dönüştüğü bir sürecin içindeyiz. Tanıdık yabancılar, tanıdığımız ama bastırdıklarımızdır. Birden karşımıza çıktıklarında tekinsiz deneyimler yaşıyorduk. Şimdi en tanıdık olanlar bile bize tekinsiz görünüyor. Kapımızda teslim aldığımız tüketim nesnelerine giydirilmiş parlak, göz alıcı ambalajların bizi yanıltmaya yönelik maskeler olduğunu fark ettik. Ama aldanmıyoruz artık. Erotik bir cazibeye bürünmüş nesnelerin bizi ele geçirmeye, kozmozumuzu yıkmaya yönelik tuzaklar olduğunu düşünüyoruz. Dışarıdan gelen her nesne bastırılmış olanın, yani doğanın yüzeye çıkmış tekinsiz bir formudur. Nesnelere baktığımızda hayaletler görüyoruz; doğanın hayaletini. Nesneler bizim kâbusumuz oldu.
Koleksiyonculardık. Nesneleri bağlamlarından çıkarıp, “hem kullanım değerinden hem de geleneğin onlara yüklediği etik-toplumsal anlamdan yoksun” bırakırdık (Agamben, İçeriksiz Adam, Monokl). Şimdi nesnelerdir, özneleri bağlamlarından çıkarıp toplumsal anlamlarından yoksun bırakan. Walter Benjamin’in alıntılar için söylediği nesneler için de geçerli: “Eserlerimdeki alıntılar, yolda pusuya yatmış, yoldan geçene saldırıp onu kanılarının yükünden kurtaran silahlı soyguncular gibidir”. Koleksiyoncu ve alıntılayan; her ikisi de geleneğin içinde anlam kazanmış parçaları bağlamlarından koparıp, ait oldukları geleneğe karşı yıkıcı bir kuvvet olarak kullanır. Nesneler, kibirli özneyi sadece kanılarının yükünden değil, basma kalıp düşünceleriyle ördüğü anlam ağlarından, toplumsal bağlarından da kurtardı ve bir koleksiyon nesnesi olarak ev denilen steril kutuların içine kapattı.
Hakikat-sonrasının öznesi, kapı eşiğinde karşılaştığı hakikat ile tekinsiz deneyimler yaşarken, kullanım değerinden, geleneğin yüklediği toplumsal anlamdan yoksun kalmıştır. Mutlak bir denge durumu olarak tahayyül ettiği kozmozun, aslında denge ile denge bozumu arasındaki bitimsiz bir geçiş olduğunu, yaşamanın ip cambazlığı gerektirdiğini duyumsuyor. Tahakküm altında boyun eğdirilmiş ve iktidarların elinde olmadık biçimlere sokulmuş organik maddenin özel bir biçimi insan, kendini doğanın işleyişine göre biçimlendirmek zorunda kalmıştır. İçkin aklıyla kendi kendini biçimlendiren madde, kardeşleri kültür ürünlerini de esaretten kurtarabilir. Nesneler, maddenin tekinsizliğini insana da bulaştırıyor.

MERHABA DÜNYALI!

Farkas Peter, "Perde"
RAHMİ ÖĞDÜL
03.04.2020
Sanatta ve teoride gerçeklik meselesi uzun zamandır tartışılıyordu; gerçekliği bir travma olarak yaşıyoruz bugün. Hal Foster 1980’lerin sonu ile 1990’ların başında yaşanan sanattaki değişimin sonucu olarak “gerçeklik artık temsilin bir sonucu değil, bir travma hadisesi olarak görülmeye başladı” diye yazıyor (Yeni Kötü Günler, KÜY). Sanat, iğrenç olan aracılığıyla öznenin sınırlarının kırılganlığını göstererek, anlamın çöktüğü durumlar, evcil imgelere alışkın izleyicilerde travma yaratmayı amaçlıyordu. Sanat değil, travmayı hayat yaşattı. Pimapen pervazların çerçevelediği kent peyzajını, galeride bir tabloyu izlerken kapıldığımız aynı rehavetle izleyemiyoruz artık. Dünyanın bakışı bizi tehdit ediyor; bizi yutup yok edecek bir boşluk. Beyaz küpler bile bakışı evcilleştirmeye yetmiyor. Dış dünya ya da gerçeklik, ya da kurmacamızın dışında uzanan her neyse, bakışlarıyla özneyi tehdit ediyor. Ve işin tuhafı, bu kem bakışları biz göremiyoruz. Bakışlardan korunmak için sığındığımız evlerin kapıları merdiven boşluklarına açılıyor. George Perec, “anonim, soğuk ve neredeyse düşman bir yer” olarak tanımlamıştı merdivenleri; “geçen her şey merdivenden geçer, gelen her şey merdivenden gelir” (Yaşam Kılavuzu, İmge). Göremediğimiz, ama varlıklarından haberdar olduğumuz bakışlar merdivenlerden gelip kapımızı çalabilir. Bakışlar bizi temsilleştirme yeteneğimizden yoksun bırakıyor ve gerçeklikle karşılaşma, artık travma olarak yaşanıyor.
Göz göze geldiğimiz nesnelerin tehdit edici bakışlarını imge perdesinde yakalayıp evcilleştirmede ustaydık. Resmin ve uygarlığın tarihi, imge perdesinde yakalanıp estetize edilmiş bakışların tarihidir: “Bazı tablolar, göz aldatmacası iken, bütün tablolar bakışı ehlileştirmeyi amaçlar” (Foster). Lacan’dan yola çıkarak imge perdesini Foster şöyle tanımlıyor: “Görsel kültürün kodları gibi sanat tarihinin uzlaşımlarını da kaplayan bu perde, dünyanın bakışını bizim için dolayımlar ve bunu yapmakla bizi ondan korur, nabız gibi atan, göz kamaştıran ve yüzeye yayılıcı olan bakışı kıskıvrak yakalar ve ehlileştirir”. Virüslerle karşı karşıyayız. Lacan’ın dünyaya yerleştirdiği bakış bize doğrudan bakan makroskopik nesneler için geçerli; ya göremediğimiz, bakışlarını tutsak alıp bir imge içerisinde evcilleştiremediğimiz mikroplara ne demeli? Ve ekliyor Foster: “İmge perdesi olmadan görmek bakış tarafından kör bırakılmak ya da gerçek tarafından dokunulmak olacaktır”.
Hacivat’ın kapanış repliğini hatırlayalım: “Yıktın perdeyi, eyledin viran.” Perdesiz kaldık ve gerçek bizi ele geçirdi. Nesnenin bakışını evcilleştiremiyoruz artık. Gerçek bize doğrudan dokunuyor, kör olduk. Milyarlarca kem bakış tarafından izlendiğini bilmek, ama görememek. Gerçeği imge perdesinde evcilleştirdikçe kendini inşa eden özne, imge perdesi yıkıldığında derin bir paranoyanın içine gömüldü. Artık evinde bile kendini rahat hissedemiyor. İktidar aygıtları tarafından evcilleştirilmeye yatkın özne, perde yıkılınca göremediği, imgeleştiremediği, dolayısıyla evcilleştiremediği doğanın yıkıcı bakışlarına maruz kaldı. Philip K. Dick’in tanımladığı şekliyle paranoya şimdi en atavistik haliyle zuhur ediyor: “Kanaatimce paranoya, kimi açılardan, hayvanlarda hâlâ var olan kadim bir hissin, yani izlendikleri hissinin modern çağdaki gelişmiş halidir... Uzun zaman önce, yırtıcı hayvanlar karşısında çok çaresiz olduğumuz dönemden artakalan bir histir ve bu his onlara izlendiklerini söylüyordu” (Foster). En evcil nesneler karşısında bile kendimizi çaresiz hissediyoruz. Dışarıdan gelen her nesne, ev içinde yabani bir hayvana dönüşüyor, durmadan evcilleştirme ritüelleri gerçekleştiriyoruz.
Hangimiz dünyalı diye sormak gerekiyor; bizler mi yoksa virüsler mi? Dünyaya başka bir gezegenden gelmiş ve fanusların içinde hayatta kalmaya çabalayan kolonicileri andırıyoruz. Koloniciler fanusun içinde yaşamak zorunda, çünkü dışarısı, ‘alien’ dolu. Zor günlerden geçiyoruz. Fanusun imge perdesi yıkıldı ve dünya içeri sızıp özneyi ele geçiriyor. Perdesini yitiren dünya, fanus içinde yaratılmış özneyi ve öznenin tüm kavramlarını, temsillerini, simgelerini alaşağı ediyor. Uzun zamandan beri dünya bize hiç bu denli yakın olmamıştı. Merhaba dünyalı!