25.12.2020
RAHMİ ÖĞDÜL
Kavram sözcüğü kavramaktan geliyor. Ancak kavradığınızı kavramlaştırırsınız ya da kavramlaştırılmışsanız, kavranmışsınızdır demektir. Kavramanın dereceleri var. Hafifçe kavrayabilir, kavradığınız şeye hareket edebilme, kaçıp gitme özgürlüğü tanıyabilirsiniz. Tekrar avcunuza konduğunda, onun ilk kavradığınız şey olmadığını fark edersiniz, değişmiştir; yeniden kavramlaştırırsınız. Ama bizim kavrayışımız çok güçlü, bir kerede kavrıyor ve çok iyi kavrıyoruz; kavrayınca öldürüyoruz. Avcumuzun içinde o kadar sıkıyoruz ki, sonunda o şey nefessiz kalıyor. Ve kavradığımız şeyin, ölü bir kavrama dönüştüğünü fark etmiyoruz bile. Hayatımız ölü kavramlarla dolu. Bizler de aynı şekilde, kavrandıkça ölü kavramlara dönüşüyor, ölü kavramlar olarak dolaşıyoruz ortalıkta. Ve bu ölü kavramlarla hayatı, birbirimizi, ilişkilerimizi, başımıza gelenleri açıklamaya çabalıyoruz. Anlatılarımız, nekropoliste geçiyor; ölü kavramlar kentinde. Ölü kavramlarla ölüleri açıklayabilirsiniz ancak. Sorun, yerleşik hayata geçmekten kaynaklanıyor olabilir mi? Belki de.
İnsanlık tarihinde ilk yerleşenler ölülerdi. Paleolitik dönemde göçebelerin ölülerini belirli bir yere gömme ve ziyaret etme alışkanlıkları vardı. Lewis Mumford nekropolis’in kentleri öncelediğini söylüyor: “Canlıların kentinden önce ölülerin kenti vardı. Bir anlamda ölülerin kenti her canlılar kentinin öncülü, neredeyse onun özüdür. Kent hayatı, ilk insanın ölülerinin gömülü olduğu alanlarla, tarih boyunca sayısız uygarlığın son nefesini verdiği yer olan nihai mezarlık – Nekropolis – arasındaki tarihsel alanı baştan sona kat eder” (Tarih Boyunca Kent, Ayrıntı). Canlıların kentinin sonunda ölülerin kentine dönüşmesi kaçınılmazdı. Önce ölülerini yerleştirenler, daha sonra kendilerini, düşüncelerini ve kavramlarını yerleştirdiler. Yeryüzünün kuvvetleriyle devinen bedenler yerleşince, düşünce de kaçıp gidenin izini sürmek yerine kaçanı yakalayıp ölü bir kavrama dönüştürmeye başladı. Ölü kavramlarla döşedik zihnimizi. İzini sürdüğümüz, hayattı; sürekli kovalardık. Sıkıca kavradığımız da, hayat; hayatı öldürdük. Kentler son nefeslerini çoktan verdiler. Şimdi nekropoliste yükselen mega-lahitlerin içlerinde hâlâ yaşadığına ve düşündüğüne inanan ölüler dolaşıyor.
Kurosawa’nın Dersu Uzala (1975) filmini yeniden izledim. Hatırlayalım; doğanın işaretlerini okuma becerisiyle, kentten gelen ve bölgenin haritasını çıkarmakla görevli subaya kılavuzluk eden bilge insanın öyküsü. İzlerken, durmadan değişen doğanın işaretlerini okuma becerisini yitirdiğimizi ve kapatıldığımız göstergeler imparatorluğunda üretilen işaretler sistemi ile nasıl da ölü göstergelere, kavramlara boyun eğerek köleleştirildiğimizi düşündüm. Kavramların içine hapsolmuş varlıkların artık yeryüzüyle, hayatla pek ilişkisi kaldığı söylenemez. Filmdeki haritacı gibi, doğanın haritasını çıkarıp, capcanlı bir ortamı ölü kavramlarla donatmak peşindeyiz hâlâ. Nekropolis sakinleri, efendilerinin onları kavramlaştırıp tanımladığı sözcüklerle adlandırıyorlar kendilerini. Efendi bir kerede kavrar ve çok iyi kavrar. Başka türlü olabilecekleri, aralarında başka türden ilişkiler kurabilecekleri akıllarından geçiyordur mutlaka, ama kavram dışı kalmak korkutuyor olabilir. Kavram dışı kalmak, var olmamaktır. Nekropolis sakinleri, kavram dünyasında var olabilmek için mücadele ediyor ve sonunda ola ola, sıkıca kavranmış ve nefesi kesilmiş ölü bir kavram olabiliyorlar ancak.
Bir şey sıkıca kavrandığında, o şey tüm imkânlarından, yaşamdan soyutlanmıştır. Bir kadın ya da bir erkek yahut herhangi bir kimlik olarak kavrandığınızı düşünün. Kavranmak, aynı zamanda tanınmaktır. Kimlik mücadelesi, tanınmak için verilir. Tanınan, gerçekten siz misiniz yoksa sizi tanıyanların bir tanımı mısınız? Tanımda, kaybeden tanımlanandır. Kaybettiği, kendi potansiyelleridir. Tanımlayan, şimdiki hâliyle o şeyi kavramış ve henüz ortaya çıkmamış gizil güçlerini bastırmıştır. Çok tehlikeli bir kavrayış. Kim kimi kavrıyor ya da tanıyor? Kimi kez efendinin kavramlarına karşı çıkarken bile kendilerini bu kavramlara göre konumlandıranlar var. Kavrandınız bir kere, hem de sımsıkı, kıpırdayamıyorsunuz. Oysa kavrayıştan kaçanlar da var; virüse bakın, durmadan mutasyon geçiriyor.