1 Nisan 2021 Perşembe

SIMSIKI KAVRANDINIZ

 25.12.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

Kavram sözcüğü kavramaktan geliyor. Ancak kavradığınızı kavramlaştırırsınız ya da kavramlaştırılmışsanız, kavranmışsınızdır demektir. Kavramanın dereceleri var. Hafifçe kavrayabilir, kavradığınız şeye hareket edebilme, kaçıp gitme özgürlüğü tanıyabilirsiniz. Tekrar avcunuza konduğunda, onun ilk kavradığınız şey olmadığını fark edersiniz, değişmiştir; yeniden kavramlaştırırsınız. Ama bizim kavrayışımız çok güçlü, bir kerede kavrıyor ve çok iyi kavrıyoruz; kavrayınca öldürüyoruz. Avcumuzun içinde o kadar sıkıyoruz ki, sonunda o şey nefessiz kalıyor. Ve kavradığımız şeyin, ölü bir kavrama dönüştüğünü fark etmiyoruz bile. Hayatımız ölü kavramlarla dolu. Bizler de aynı şekilde, kavrandıkça ölü kavramlara dönüşüyor, ölü kavramlar olarak dolaşıyoruz ortalıkta. Ve bu ölü kavramlarla hayatı, birbirimizi, ilişkilerimizi, başımıza gelenleri açıklamaya çabalıyoruz. Anlatılarımız, nekropoliste geçiyor; ölü kavramlar kentinde. Ölü kavramlarla ölüleri açıklayabilirsiniz ancak. Sorun, yerleşik hayata geçmekten kaynaklanıyor olabilir mi? Belki de.

İnsanlık tarihinde ilk yerleşenler ölülerdi. Paleolitik dönemde göçebelerin ölülerini belirli bir yere gömme ve ziyaret etme alışkanlıkları vardı. Lewis Mumford nekropolis’in kentleri öncelediğini söylüyor: “Canlıların kentinden önce ölülerin kenti vardı. Bir anlamda ölülerin kenti her canlılar kentinin öncülü, neredeyse onun özüdür. Kent hayatı, ilk insanın ölülerinin gömülü olduğu alanlarla, tarih boyunca sayısız uygarlığın son nefesini verdiği yer olan nihai mezarlık – Nekropolis – arasındaki tarihsel alanı baştan sona kat eder” (Tarih Boyunca Kent, Ayrıntı). Canlıların kentinin sonunda ölülerin kentine dönüşmesi kaçınılmazdı. Önce ölülerini yerleştirenler, daha sonra kendilerini, düşüncelerini ve kavramlarını yerleştirdiler. Yeryüzünün kuvvetleriyle devinen bedenler yerleşince, düşünce de kaçıp gidenin izini sürmek yerine kaçanı yakalayıp ölü bir kavrama dönüştürmeye başladı. Ölü kavramlarla döşedik zihnimizi. İzini sürdüğümüz, hayattı; sürekli kovalardık. Sıkıca kavradığımız da, hayat; hayatı öldürdük. Kentler son nefeslerini çoktan verdiler. Şimdi nekropoliste yükselen mega-lahitlerin içlerinde hâlâ yaşadığına ve düşündüğüne inanan ölüler dolaşıyor.

Kurosawa’nın Dersu Uzala (1975) filmini yeniden izledim. Hatırlayalım; doğanın işaretlerini okuma becerisiyle, kentten gelen ve bölgenin haritasını çıkarmakla görevli subaya kılavuzluk eden bilge insanın öyküsü. İzlerken, durmadan değişen doğanın işaretlerini okuma becerisini yitirdiğimizi ve kapatıldığımız göstergeler imparatorluğunda üretilen işaretler sistemi ile nasıl da ölü göstergelere, kavramlara boyun eğerek köleleştirildiğimizi düşündüm. Kavramların içine hapsolmuş varlıkların artık yeryüzüyle, hayatla pek ilişkisi kaldığı söylenemez. Filmdeki haritacı gibi, doğanın haritasını çıkarıp, capcanlı bir ortamı ölü kavramlarla donatmak peşindeyiz hâlâ. Nekropolis sakinleri, efendilerinin onları kavramlaştırıp tanımladığı sözcüklerle adlandırıyorlar kendilerini. Efendi bir kerede kavrar ve çok iyi kavrar. Başka türlü olabilecekleri, aralarında başka türden ilişkiler kurabilecekleri akıllarından geçiyordur mutlaka, ama kavram dışı kalmak korkutuyor olabilir. Kavram dışı kalmak, var olmamaktır. Nekropolis sakinleri, kavram dünyasında var olabilmek için mücadele ediyor ve sonunda ola ola, sıkıca kavranmış ve nefesi kesilmiş ölü bir kavram olabiliyorlar ancak.

Bir şey sıkıca kavrandığında, o şey tüm imkânlarından, yaşamdan soyutlanmıştır. Bir kadın ya da bir erkek yahut herhangi bir kimlik olarak kavrandığınızı düşünün. Kavranmak, aynı zamanda tanınmaktır. Kimlik mücadelesi, tanınmak için verilir. Tanınan, gerçekten siz misiniz yoksa sizi tanıyanların bir tanımı mısınız? Tanımda, kaybeden tanımlanandır. Kaybettiği, kendi potansiyelleridir. Tanımlayan, şimdiki hâliyle o şeyi kavramış ve henüz ortaya çıkmamış gizil güçlerini bastırmıştır. Çok tehlikeli bir kavrayış. Kim kimi kavrıyor ya da tanıyor? Kimi kez efendinin kavramlarına karşı çıkarken bile kendilerini bu kavramlara göre konumlandıranlar var. Kavrandınız bir kere, hem de sımsıkı, kıpırdayamıyorsunuz. Oysa kavrayıştan kaçanlar da var; virüse bakın, durmadan mutasyon geçiriyor.

OLAY TENDE GERÇEKLEŞİR

 18.12.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

Olay tende gerçekleşir, bedenlerin bedenlere dokunduğu yüzeyde. Duyu organlarımız tenin yüzeyindedir. Ten görür, ten koklar, ten işitir, ten dokunur, şeylerin tadını ayırt eden de tendir. Kısaca ten duyumsar. Estetik deneyim tenseldir. Yunanca ‘Aisthetikos’, doğrudan duyumsamayla ilgili bir sözcük; “duyumsamayla algılanan şey”. ‘Aisthesis’ ise duyuma dayalı algı deneyimi. Susan Buck-Morss’un belirttiği gibi, estetiğin başlangıçtaki alanı sanat değil, gerçekliktir, yeryüzüdür, doğadır (Rüya Alemi ve Felaket, Metis). Estetik; bir bedenin tüm duyu organlarıyla yeryüzünü duyumsama edimi. Ten duyumsadığında, bir duygu dalgası kateder yüzeyini. “Duygu... bir olaydır ve her olayın bir boyutudur” (Massumi, Duygu Politikası, Otonom). Olaylar, dalgalar halinde gelir ve geçerler, ama asla kaybolmazlar; derinlere çekilirler. Unuttuğunuz ya da bastırdığınız olaylar vardır. Derinlerde, suskunluğun karanlık sularında, Lethe ırmağında akmaya devam ederler.

Ten, ötekilerle buluştuğumuz zemindir. Tende kurulur topluluklar ya da tende parçalanıp dağılırlar. Ten, sevginin ve nefretin toprakları. Ten mahrem olan ile kamusal olanın karşılaştığı yer. Sofralar tende kurulur, kalkan kadehler tenlere dokunur: “Cam cama can cana”. Nerede bir araya geliyorsak, orası tendir. Ten, toplumsallaşmanın oyun sahası. Oyunun tek bir kuralı vardır, teni incitmemek. Ten kırılgandır. Teni incitenler hatalarını fark ettiklerinde ve davranışlarını değiştirdiklerinde yeniden oyuna katılabilirler. Aksi takdirde oyundan sonsuza dek menedilirler. Oyundan menedilenler, kendi aralarında sadomazoşist bir kulüp kurabilir ve oyunlarına kaldıkları yerden devam edebilirler. Biz oyunu, teni incitmeden oynamak istiyoruz; etkilenip etkilediğimiz, birbirimizi üretebildiğimiz tek yüzey. Tenin yüzeyinde sevinç duygusunun dalga dalga yayılması, tüm bedenleri ele geçirmesi ve bedenlerin birlikte güçlenmesidir amacımız. Duygular politiktir.

Ten coğrafyadır. Toplumsal mücadele tende geçer; teni mülk edinmek isteyen eril iktidar ile tenin göçebe kuvvetleri arasında. Bedenlerin üzerinde tahakküm kurmaya kalkışanlar, ilk önce teni haritalandırır ve sömürgeleştirirler. Haritalandırılmış bir ten, yer ve işlevlerine göre sınırlanmış bölgeler ve izlenmesi gereken yollarla işaretlenmiştir. Kadastrocunun çizdiği sınır kutsaldır. Sınırları ihlal edilmiş bir beden ve sınırları ihlal eden, mülkiyet yasalarına göre ölümü hak ederler. Tenin mülkiyet yasalarına tabi kılınması, mekânın yerleşik hâle getirilip haritalandırılmasıyla eşzamanlı gerçekleşmiştir. Haritalandırılsa da tenin göçebe kuvvetlerinin sınırları hiçe sayması an meselesi. Ten, göçebe bir yüzeye dönüştükçe mülkiyet ilişkilerinden sıyrılır. Çatışma, mülk sahipleri ile tenin yüzeyinde hareket eden göçebeler arasında sürüp gider. Duygular göçebedir. Göçebelerin geçici konaklama yerleri vardır. Duyguların konaklama yerleri her gece değişebilir.

Kutsal metinlerde ten şeytanidir, baştan çıkarıcı. Baş; aklın yeri. Aklınızı çoktan ele geçirdiler, çıkın artık başınızdan! Ele geçirilmiş aklınızın kurtuluşu tendedir. Tenin göçebe kuvvetleri, verili haritaya uymazlar; arzuları, kaçış çizgileri icat etmek ve özgürleşmektir; kendi haritalarını çıkarmak. Ve harita, tenin yeğinlik bölgeleri değiştikçe durmadan değişecektir, aklınız da. Tenin nelere muktedir olduğunu asla bilemezsiniz, ten sizi şaşırtır. Sadece sizi değil, teni haritalandırmaya, tenin göçebe kuvvetlerini yerleştirmeye kalkışanları da. Bu yüzden iktidar, teni şeytani ilan etmiştir. Rasyonel planlarını bozan bozguncuların, iblislerin mekânı: “İblisler tanrılardan farklıdır, çünkü tanrıların sabit nitelikleri, özellikleri ve işlevleri, yurtları ve kodları vardır: yollarla, sınırlarla ve harita çıkarmayla ilgilidirler. İblislerin yaptığı ise, aralıklar boyunca, bir aralıktan diğerine sıçramaktır” (Deleuze). Ten, eril iktidarın fetih seferleri düzenlediği ‘terra incognita’dır; fethettiğinde fallik nesnesini dikeceği bir yüzey. Ten, direnişin coğrafyasıdır; düzenli ordulara karşı gerillalar. Göçebe kuvvetler kimi zaman geri çekilir ve derinlerde birikip güçlenirler. Ve birden yüzeye çıktıklarında eril iktidarın fallik anıtları yıkılacaktır; hepsi kumdan kale. Ten, yerin yüzeyidir, yeryüzüdür!

HAYAL GÜCÜ İKTİDAR OLABİLİR Mİ?

 11.12.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

Kaldırım taşlarının altında kumsalın olduğu zamanlardı. Taşı kaldırdığınızda deniz kokusu gelirdi burnunuza. Her beden bir kum tanesiydi; her kum tanesinin dünyayı içerdiği ve dünyada içerildiği, bedenlerin kumsala vuran toplumsal dalgalarla yıkandıkları zamanlar. Sonra kaldırım taşlarını söktüler yerlerinden ve kaldırımlar, kaldırım taşı görünümü verilmiş yekpare betonla kaplandı. Kum taneleri de çimentonun harcına katıldı ve betonun içinde donup kaldılar. Kumsalda toplumsal dalgalarla yıkanırken hayallerimiz vardı ve hayallerimizi iktidara taşımak istiyorduk. Hayaller de dalgalar gibidir, yatay olarak yayılırlar kumsala. İktidara taşırsanız yükselmeniz gerekecek; hayaller yükseldikçe katılaşır. İktidara ulaştıklarında betonlaşmışlardır. Hayal gücü iktidar olabilir mi? Baudrillard, 1968 sloganı “Hayal gücünün İktidarı!”nı hatırlatarak, bu illüzyondan kurtulmamız gerektiğini vurguluyor. Ve ekliyor: “İktidar zekâ gerektiren bir şeyse, bu durumda aptallığın nasıl olup da iktidarda kalabildiği sorusu yanıtlanması gerekir, bununla birlikte iktidarı nadiren ele geçirebilmiş olan tarihi zekâ örneklerinin de çoğunlukla kısa bir süre sonra aptallaşmış olduğu söylenebilir” (Karnaval ve Yamyam, BÜY). Aptallaşmaya betonlaşma da diyebilir miyiz?

Diyebiliriz. Ayrı ayrı durdukları hâlde, kendi aralarında bağlantılar icat edebilecek yeteneklerle donatılmış varlıklar betonun içine gömüldüklerinde aptallaşırlar. Aptallaşmak, birden olmaz; ıslak çimento yavaş yavaş katılaşır ve sonunda zihinsel ve bedensel hareket yeteneklerini tümden yitirirler. Milliyetçilik betonu sever en çok. Bunu, bir zamanlar CHP lideri olan Deniz Baykal da söylemişti: “Milliyetçilik, bu milletin ana çimentosudur”. Doğduğu andan itibaren etrafındaki şeylere dokunan ve hayal gücü sayesinde olmadık şeyleri bir araya getirerek daha önce mevcut olmayan yaratıcı kompozisyonlar üreten varlık, vatan dedikleri betonun içine gömüldüğünde, iktidarın çok sevdiği birlik ve beraberlik ruhu canlanır. Canlanan betonun ruhudur. Betonun ruhu bedenleri ele geçirmekte ve “Yurttaşlar kitleler halinde kendilerinden düşünmelerini istemeyenlere oy vermektedirler” (Baudrillard). Betonlaşan kitlenin hayali, beton makinesi olabilir ancak. Hafriyat sanatçılarından Murat Turan’ın Deniz Baykal’ın beyanatı üzerinden ürettiği alternatif seçim afişlerinden birinde şu slogan yazıyordu: “Beton Millet Sakarya” (2007). Vatan, üzerinde tek bir otun bile bitmediği, çatlaklarda biten otların ise görüldükleri yerde ezildikleri beton bir yüzeydir.

Liberallerin hayallerine ne demeli? Bir zamanlar insanlığa özgürlük vadeden burjuvazinin iktidarında en çok insanlık ve yeryüzünün canı yandı. Parçaladığı toplumsal bedenin parçalarını makinelerde birbirine dikerek fabrikalarında, iliklerine dek sömüreceği proletaryayı yarattı. Yarattığı Frankenstein canavarı varlığını tehdit edince tekrar canavarı parçalarına ayırdı ve geriye, sadece tüketen, düşünmeyen bir zombiler sürüsü kaldı. Bugünlerde zombilerin en büyük sıkıntısı, tapınakları olan AVM’leri ziyaret edememeleridir. Mecburen zombilik çevrimiçine taşındı. Şimdi hayallerimizi çevrimiçinin koridorlarında gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Ama olmuyor. Tüketim için bile olsa hayal kurmak, bedeni gerektirir. Hayal kurmak, bedenler arasında yeni ilişkiler icat etmektir. Çevrimiçi ve milliyetçilik; her ikisinde de iktidar bedensizliği üretiyor. Birinde bedenler dijital ortamın, diğerinde betonun içine gömülüyor. İktidarın bedensizleştirme projeleri.

Hayal gücü iktidar olamaz, tabiatına ters. İktidar bedenleri sevmiyor çünkü. Hayal gücü parçaçıklarla çalışır, tıpkı evrenin atomlarla, atomaltı parçacıklarla çalışması gibi. Hayal gücü, yan yana gelmeleri engellenmiş bedenleri, farklılıklarına rağmen bir araya getirerek yeryüzünü bir içkinlik düzlemi olarak kurmaya meyillidir. Hep içeriden, aralarda çalışır. Bedenlerin kendi aralarında ne tür ilişkiler kuracakları ve bu ilişkilerin nasıl bir dünya yaratacağı açık uçludur; hayal gücü de. Hayal gücü, tekil bedenlerin bir arada yaşayabilecekleri aralıklar üretir. Ve aralıklar genişlediğinde beton çatlar. Betondaki çatlaklar ve çatlaklarda biten otlar hayal gücünün eserleridir.

ÖNCE YERYÜZÜ ÇARMIHA GERİLDİ

 04.12.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

İlk önce yeryüzünü çarmıha gerdiler, İsa henüz ortalıkta yoktu. Ardından yeryüzünün sakinlerini. Yerleştirildik. Yeryüzünün sömürgeleştirilmesi, yeryüzünün ve bedenlerinin çarmıha gerilme sürecidir. Sonra dekolonyal süreç ilan edildi. Özgürdük artık, ama tuhaf, hala çivili hâldeyiz; ne bedenimizi ne de zihnimizi hareket ettirebiliyoruz. Ve üstelik işkencecinin aletini ve bu alet üzerinde çivilenmiş halimizi kutsallaştırdık, çarmıhın üzerinde yaşamak ibadetin bir parçası. Ve işkencecinin bize reva gördüğü bu hayatı, kutsallaştırdığımız ritüellerle tekrarlıyoruz durmadan. Gündelik yaşamdaki ritüellerimiz çarmıha gerilmeye/germeye dayanıyor. Hayatın uçucu, gelip geçici şeylerini yakalayıp çiviliyoruz. Yeryüzünün çarmıha gerilmiş bedenindeki mekânlarda yaşıyor ve yine aynı formun üzerinde ve içinde düşünmeye çabalıyoruz. Oysa yaptığımız tek şey haç formundaki bir plan üzerine çivilenmiş bedenlerimizi ve zihinlerimizi biraz olsun kımıldatabilmek. Kımıldatabilirsek seviniyoruz. Nasıl da hüzünlü bir sevinçtir bizimkisi.

Kolonyalizm (sömürgecilik), çiftlik ve yerleşke anlamına gelen Latince ‘colonia’ sözcüğünden türetilmiş. Başka topraklara yerleşen Romalılar, bu yeni yerleşim yerlerine koloni diyor ve Roma yurttaşı sayılıyorlardı. Oxford sözlüğü kolonyalizmi şöyle tanımlıyor: “Yeni bir ülkedeki bir yerleşke... yeni bir yöreye yerleşen, anayurtlarına tabi halde ya da onunla bağlantısını koruyarak bir topluluk oluşturan bir grup insan; yerleşimi ilk olarak gerçekleştirenlerin soyu ve ardılları tarafından bu şekilde oluşturulan topluluk anayurtla bağlantıyı koruduğu sürece bu yerleşime “colonia” denir.” Ania Loomba’nın altını çizdiği gibi bu tanım, koloni kurulmadan önce orada yaşayan yerli halklardan, bu halkların bozulup yeniden yapılandırılmasından hiç söz etmiyor. (Kolonyalizm, Postkolonyalizm, Ayrıntı). Koloniciler, tıpkı Odyseus gibi evlerinden hiç ayrılmadılar. Evlerini, evin değerlerini, çarmıhı yanlarında taşıyor ve önce yerleşecekleri yeri çarmıha geriyor ve sonra da yerin yerlilerini çarmıhın üzerine çiviliyorlardı. Sadece bedenler değil, doğanın yerel ritimleriyle durmadan akan zaman da, anayurdun zamanına göre çivilendi. Şimdi o yerin yerlileri, kolonicilerin takvimindeki bayramları kutluyorlar. O yüzden bayramlarımız bile hüzünlüdür bizim.

Roma’da ve kolonilerinde, aynı zamanda yasa ve hukuk yaratıcısı olan kadastrocu sınırları tespit ederken, ‘groma’ denilen haç biçiminde bir araç kullanırdı. Sınırların ya da hudutların belirlenmesinde kadastrocunun özel bir önemi vardı. Kadastrocunun çizdiği sınır kutsaldı. Her kim sınırları siler ya da ihlal ederse, onu öldüren kişi ceza almazdı. Kadastrocu, merkezi noktası bir sırığın tepesine gelecek şekilde yerleştirilmiş ve uçlarında küçük birer ağırlık taşıyan dört ip bağlanmış haç sayesinde, doğru çizgiler çizerek araziyi ölçer ve sınırlarını çıkarırdı. Dik açıyla birleşen temel iki çizgi, kuzey-güney yönünde çizilen ‘kardo’ ve doğu-batı yönünde çizilen ‘decumanus’tu. Yerleşim yerinin iki ana yoluna karşılık gelen bu iki çizgi boyunca ya konutlar inşa ediliyor ya da ordugâh kurulması durumunda asker çadırları kuruluyordu (Agamben, Çıplaklıklar, Alef). Yeryüzü parsel parsel çarmıha gerilirken, çarmıhların üzerinde bedenleri, mekânları ve zamanları çivilenmiş yerin sakinleri, hayata hüzünlü gözlerle bakıyorlar şimdi. Ve çarmıhlarındaki kudretsiz bedenler, kederle ürperiyor.

Yasalarla çarmıha çivileniyoruz. Kımıldadığımızda, etimize saplanmış çiviler canımızı yakıyor. Bazen yerin sakinleri gözlerini ufka, uçsuz bucaksız uzanan boşluğa çevirdiklerinde içlerini hüzünlü bir sevinç kaplıyor; bedenlerini ve düşüncelerini özgürce hareket ettirebilecekleri yaratıcı boşluk. Kadastrocu, “Aklınızın ucundan bile geçirmeyin; bedenlerinizi ve düşüncelerinizi hareket ettirirseniz faşizm gelir” diyor. Kim ister ki faşizmi? Çarmıhtakiler hâllerine şükrediyor, “Hiç değilse şimdilik serçe parmağımızı oynatabiliyoruz.” Hep birlikte serçe parmaklarını oynatabilmenin özgürlüğünü yaşıyorlar. Sonra bir korku kaplıyor içlerini, ya faşizm gelirse? Zaten faşizm gelirse, serçelerden gelir. İçlerinden çarmıh sever biri, serçeleri ihbar edince, serçe parmaklarını da çivilediler.

AYNA KIRICILAR

27.11.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

“Evin bütün aynalarını kırmakla başlayın işe, kollarınızı salıverin, dalgın dalgın duvara bakın, kendinizi unutun” (J. Cortazar, Açıklayıcı Bilgiler El Kitabı, Altıkırkbeş). Aynaları kırmak, cesaret ister; ikon kırıcıların cesaretini. İkon kırıcılar sadece ikonları değil, ikonların etrafında örülü ağlarda asılı kalmış kristal hayatları da parçaladılar. İkonlar pıtrak gibi; birini kırsanız, bir diğeri çıkar karşınıza, ikonlardan kurtulmak zor. O yüzden aynaları kırarken, ikon kırıcıların sabrına ve gücüne de ihtiyacınız olacak; hatta çok daha fazlasına. Kırdığınız ayna değil, kendi imgeniz. Dünyaya açılmak üzere özenle biçimlendirdiğiniz imgeniz aynalarla beraber tuz buz olacak. Üstelik aynalar da ikonlar gibi, birini kırsanız bir diğeri çıkar karşınıza. Aynalardan kurtulmak da kolay değil. Her yansıtıcı yüzey çok geçmeden aynaya dönüşür ve kentin yansıtıcı yüzeylerinde imgenizi ararsınız. Bulamamak kahredici. İkonsuz yapamadığımız gibi, aynasız da yapamıyoruz. “Aynaları kırmakla başlayın işe”, aynaların etrafında örülü ağlarda asılı kalmış kristal hayatları kırarak. Göreceksiniz, ardından ikonlar da dağılıp gidecek. Çünkü ikonlarla imgelerimiz arasında çok sıkı bir bağ var.

Aynalarda aradığımız, gündelik bir bedenin imgesi değildir, bir ikonun imgesi. İkonlara göre biçimlendiriyoruz imgelerimizi. Bir ikona ne kadar çok benziyorsanız, aşkın bir imgeden ne denli pay almışsanız, o denli kendi imgeniz ile barışıksınız demektir. Metaların parlak yüzeylerinde kendi imgemizi değil, ikonları arıyoruz. Gündelik bir bedenin yeryüzüne ve topluma içkin kuvvetlerce biçimlendirilmiş imgesi, arzulanan bir imge değildir. Yeryüzünün maddesine gömülenlerin, maddeyle birlikte yoğrulanların, köylülerin, işçilerin ve zanaatkârların imgesini kim beğenir ki? İnsanın bir yüzünün olmadığını, dikey bir eksende hareket ettikçe yüzünü inşa edebileceğini, Rönesans insanı Della Mirandola söylemişti. Yeryüzünün maddesiyle yoğrulmuş yüzler, süfli yüzlerdir; cehennemin yüzleri. Arzuladığınız yüzü elde etmek için yükselmeniz gerekiyor. Ne kadar yükseğe çıkar ve göksel bir surete bürünürseniz o denli muteber olacaksınız. Herkes size tapacak.

İkonlar bu dünyaya değil, göksel yaşama aittir, aşkın bir dünyanın suretleri. Kiliselerin duvarları ikonlarla doluydu. Kiliseleri ziyaret eden sıradan bedenler de, bizler gibi, maddeyle kirlenmiş suretlerinden memnun değillerdi. Yüzlerini ikonlara göre, İsa, aziz ve azize tasvirlerine göre biçimlendirdiler. Bugün kilisenin yerini medya aldı ve medyada üretilen ve dolaşıma sokulan yüzler, gündelik yüzleri biçimlendirenlerdir. Gündelik yüzler, ikonların imgesine bürünmek için nelerini vermezler ki? Gerekirse, bıçak altına bile yatarlar. Bıçak, kültür endüstrisidir. Bıçak, yeryüzüyle, yeryüzünün maddesiyle bağımızı keser ve havada asılı kalmış bedenler üretir. Aşkın bir gerçekliğin içinde asılı kalan, yeryüzüyle ilişkisi kalmayan bedenler, kültür endüstrisinin ürettiği kurmacaların kahramanları olabilirler ancak. Her yüz, kendini bir kurmaca içine yerleştirip, kendisine kurmacanın içinde bir anlam dünyası yarattığında, her ev dizi setine dönüşmüştür. Yeryüzünün hareket eden, kendi kendini biçimlendiren maddesinden kopan ve kurmaca içine yerleşen bedenler, aynalara muhtaçtırlar. Aynalar, sahneye çıkacak bedenlerin rollerine hazırlanmaları için gerekli.

Rollerine hazırlanmak üzere aynaların karşısına geçen bedenlere, aynaları kırmalarını önermek, devrimci bir öneridir. Rollerinden çıkıp, yeryüzü yurttaşı olarak birbirlerine doğrudan seslenenlerin devrimi. “Kendinizi unutun”, ikonları da unutursunuz. İkonlar sadece imgelerimizi değil, yeryüzündeki hayatlarımızı da biçimlendirmeye devam ediyorlar. İkonların etrafında örülü ağlarda asılı kaldığımızdan beri yeryüzünün maddesini unuttuk. Oysa yeryüzünün çamuru, insanın hamurunda var. İktidarın elinde oyun hamuru olduk. İktidarın biçimlendirdiği yüze insan denir mi? İnsanın henüz bir yüzü yok, imgesi de. Hamurun içkin kuvvetleri birbirleriyle doğrudan etkileşime girmediği müddetçe de olmayacak. Ve kendi imgelerimizi aynalarda değil, yerin yüzünde, toprakta, havada, ateşte ve suda gördüğümüzde, işte o zaman birbirimizle konuşmaya da yüzümüz olacak. Aynaları kıralım!


DÜZLEMİN ÇÖLÜNDE BİR NOKTA

 20.11.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

Geometri noktayı, boyuttan yoksun terim olarak tanımlıyor. Yine, bir noktadan sonsuz sayıda doğru geçtiğini geometriden biliyoruz. Demek ki, sonsuz sayıda çizginin kesiştiği yeri, bir bedeni tüm ilişkilerinden soyutladığınızda geriye boyutsuz nokta kalıyor. Artık noktaya baktığımda insanı görüyorum ya da tam tersi. Yeryüzünün şeylerini soyutlayarak var olmaya çabalayan insan, sonunda kendisi bir soyutlama ürününe dönüştü. Bir zamanlar içinden, doğal ve toplumsal, sonsuz sayıda çizgi geçerken, soyutladıkça ve soyutlayıcı kuvvetlere maruz kaldıkça yavaş yavaş uzamsal boyutlarını yitirmiş ve sonunda geometrik düzlem üzerinde bir noktaya dönüşmüştür. Bir nokta gibi, kendimizi düzlemin çölünde yapayalnız hissediyoruz. Bizimkisi istenilen bir yalnızlık türü değil, zorunlu yalnızlık. İsteseniz de kalabalıklara karışamazsınız, çünkü uzamda yayılmaya, kalabalığa karışmaya yarayan boyutlarınız yok artık. İkili soyutlamanın ürünü olan insan sonunda uzuvlarını yitirmiş ve salgın süreciyle birlikte bir tecrit hücresine dönüşmüştür.

Soyutlamanın en kadim olanı, yeryüzünün soyutlanmasıdır. Duvarlarla çevrili bir içeride kendilerini doğadan soyutlayan yerleşik bedenler, soyutlama sürecinde içeriye sadece yeryüzünün bazı niteliklerini seçerek almışlardır. İkinci soyutlama, içeride ortaya çıkan iktidarın bedenleri evcilleştirme sürecidir. Bedenlerin evcil niteliklerinin seçilip yapay seçilimle çoğaltılma süreci kesintisiz devam ediyor. Çünkü iktidar bedenlere asla güvenmiyor; bir bedenin neler yapabileceğini öngöremiyor hâlâ. O yüzden bedenleri, kendi aralarında kurdukları toplumsal ilişki ağlarından soyutlamak zorunda. Duvarlarla doğadan soyutlanmış ve içerideki tanrı-kralın insafına terk edilmiş ilk kent-devletlerinin insanları, yalnızlığımızın en erken ve en net resmidir. Ve o zamandan beri eril iktidarların anlattığı mitolojilerle anlamlandırıyoruz soyut hayatlarımızı. Ne diyordu despot? “Ben olmazsam kaos olur”. Doğayı ve doğanın kudretini bünyelerinde taşıyan bedenler, despotun kaosudur. Ve tıpkı Babil’in mitosu Enuma Eliş’de olduğu gibi, aşkın tanrı Marduk, doğanın içkin kuvvetlerini temsil eden Tiamat’ı yenilgiye uğrattığında, bedenler boyun eğdirildiklerinde kozmozunu ilan edebilir. Kozmoz, boyuttan yoksun, kudretsiz noktalardan kurulmuştur. Tanrı-kralın zaferini kutlayanlar, kendi bedensel ve zihinsel ölümlerini kutladıklarının farkındalar mı?

Nedir soyutlama? Bir nesnenin özelliklerinden veya özellikleri arasındaki ilişkilerden herhangi birini tek başına ele alan zihinsel işlem. Yani, gerçeklikte ayrılmaz olanı düşüncede ayırma işlemi. Bir şeyi bir yerden etkin bir biçimde bir yerden çekip çıkarma. Ya da edilgin bir şekilde bu işleme maruz kalma. Yeryüzündeki her varoluş biçimi, diğer varoluş biçimleriyle nitelik ve ilişki bakımından iç içe geçmiştir, ayıramazsınız. Ama insan soyutlar; zihninin etkinliği soyutlamaya dayanıyor çünkü. Kendi kozmozunu yaratırken şeylerin nitelik ve ilişkilerini kendi zihin yapısına göre soyutlayıp, istediği nitelik ve ilişkileri içeri alacak, istemediklerini dışarıda bırakacaktır. Ve aşırı soyutlanmış nesnelerle kuracaktır düzenini. Ama iş burada bitmiyor. Kendi aralarında geliştirebilecekleri olası ilişkileri engellemek için içerideki şeylerin nitelik ve ilişkilerinden durmadan soyutlanması ve şeylerin boyutsuz noktalar haline dönüştürülmesi gerekiyor. Ve bedenler, bir düzlem üzerindeki noktalara indirgendiğinde, onları istediğiniz gibi manipüle edebilirsiniz.

Bu düzlem aynı zamanda iktidarın av sahasıdır; nokta atışıyla avlamayı seviyor. Bazı noktalar av olurken, diğer noktaların zihinleri kültür endüstrisinin ürettiği dizilerde hayatın anlamını aramakla, dizileri soyutlamakla meşgul. Soyutlamanın soyutlaması olan insan, soyutlamanın hâlâ etkin bir varoluş olduğunu düşünüyor. Çıplak olan, kral değil; insandır. İktidarın soyması yetmiyormuş gibi, bir de soyutladığı doğa tarafından soyutlanıyor şimdi. İnsan, bedensel ve zihinsel boyutlarını yitirmiş bir noktadır. Avlakta noktalar arasında bir nokta olarak dolaşmayı, yaşamak ve düşünmek ile karıştırıyor. Soyutlama sürecinde yitirdiğimiz, bizi yeryüzüne, birbirimize bağlayan boyutlarımızı yeniden kazanabilir miyiz?

EŞYALAR MASALLARDA KONUŞUR

 13.11.2020

RAHMİ ÖĞDÜL

Her gece sabaha karşı, hava ağarmadan çok önce, bedenimin çatırdamasıyla uyanıyorum. Bir zamanlar ormanda yaşarken, bir marangozun elinde ahşap bir mobilyaya dönüşen ağaç misali, biçime sokulmuş bedenler de geceleri çatırdar. Ev içinin evcil, uysal, sessiz nesnelerinin gecenin karanlığında ses çıkarmaları tekinsizdir; yüreğini hoplatır insanın. “Tekinsizlik hissi ya hiçbir şey olmaması gerekirken bir şeylerin olması durumunda ya da bir şeyler olması gerekirken hiçbir şeyin olmaması durumunda ortaya çıkar” (M. Fischer, Tuhaf ve Tekinsiz, KÜY). İnsan, bedeninin sesinden korkar mı? Susturulmuş evcil bir nesneyseniz ve bedeniniz birden konuşmaya başlamışsa, yatağınızdan sıçrarsınız. Nesneler, sadece masal kitaplarında konuşur. Gecenin karanlığı; eril aklın egemen olduğu, görünür olanın adlandırılıp sınıflandırıldığı, şeylerin yer ve işlevlerine göre yerleştirildiği günışığından farklıdır. Gerçeklik yerini, masalsı bir gerçekliğe bırakır. Nesneler artık günışığında göründükleri gibi değillerdir. Ve eril akıl tarafından dilsizleştirilmiş bedenler konuşmaya başlar. Konuşan; gün içinde türlü türlü biçimlendirici kuvvete maruz kalarak genleşen mobilya bedenlerdir.

“Gece tahtalar uyanıp da/sessizce çatırdadıklarında/talihlerinden şikâyet ederler/özgür doğanın soylu ağaçları iken/masa, sandalye, yatak, dolaplara/burulmuş olmaktan/sıkıştırılmış dar mekânlara/ne kasvetlidir/mobilyalar için/görmek kendini/ağaçlarla/bir rüyada”. Avusturya somut ve deneysel şiirinin öncülerinden Gerhard Rühm’ün şiiri; Erhan Altan’ın çevirip yayıma hazırladığı, Turkuaz Yayınları’ndan çıkan “Saat On İkide Yaz Olur” kitabından. Kalıplara sokulup dar mekânlara sıkıştırılmış ağaçlar, Jack London’ın “Yabanın Çağrısı”ndaki kahramanı köpek Buck gibi, yabanın çağrısına uyup doğaya dönemeseler de, rüyalarında sık sık doğanın tacizine uğrarlar. Evcil bedenler geceleri çatırdar; düşlerinde, Nazım Hikmet’in ormanını görmüşlerdir belki de: “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine”. Ve eşyalar düzeninin dayattığı hayata isyan edebilirler. Ama yerleştirilmiş ve susturulmuşlar bir kere, yerlerinden kıpırdayamazlar. Sadece şikâyet etmekle yetinirler. Sonra gün ağarır ve yine dilsizleşirler. Nesneler ancak geceleri konuşabilir, karanlığın büyülü gerçekliğinde. Ve şiirde. Gecenin karanlığı, şiirin ve masalların zamanıdır.

Hiyerarşik bir düzene göre yerleştirilmiş ve boyun eğdirilmiş nesneler, gün içinde aşağılanmalara, sömürüye, şiddete maruz kalsalar da, konuşmamaları gerekir. Gerçeklik, masal dünyasından farklıdır çünkü. Masallarda, kalıba sokulmuş nesnelerin kalıplarını nasıl parçaladıkları ve birlikte kardeşce bir düzeni nasıl yarattıkları anlatılır. Büyülü bir dünya. Günışığında eksik olan, gecenin büyüsüdür. Bazen gecenin büyüsü, gün ağarsa da bedenleri terk etmez ve gün içinde de konuşmayı sürdürürler; başka bir dünyayı mümkün kılmak, düşlerinde gördükleri ormanı yaratmak için kendi aralarında örgütlenirler. Ve tekinsiz deneyim yaşayanlar, bu kez egemenlerdir; “hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler olmuş”, eşyalar kımıldamıştır. Ve susturulmuş bedenler konuşmaya başlar; aşağılanmaya, sömürüye, zulme isyan ettiklerinde, hiçbir şey olmaması gerekirken, bir şeyler olur. Dedim ya, bunlar ancak masallarda olabilir. Köroğlu, Şeyh Bedreddin, Durruti, Che Guevara, Lenin, Zabatistalar ve daha niceleri masal kahramanlarıdır.

Günler günleri kovalar ve gerilimler katlanarak birikir bedenlerde. Eşyalar geceleri daha fazla konuşmaya başladılar. Seslerinden uyumak mümkün değil. Bedenimin çatırdamasına diğer eşyalar da katılıyor. Kendi aralarında konuşmalarını yadırgamıyorum artık, deliriyorum mu ne? Bedenim, masa, sandalye, yatak, dolap; kendi aralarında çatırdaya çatırdaya kim bilir neler konuşuyorlar? Anlamıyorum; çünkü eril aklım hâlâ günışığının egemenliğinde. Despotik akıl, bedenleri susturamıyor, bir şeyler olacak. Gün ağarmak üzere. Anlaşılan, gecenin büyülü gerçekliği günışığına taşınıyor. Hiçbir şey olmaması gerekirken, tekinsiz şeyler olacak. Masal kahramanlarını günışığında sokaklarda görmek şaşırtıcıdır. Ama “asıl şaşırtıcı olan bedenlerdir” (Nietzsche). Onların neler yapabileceğini bilmiyoruz.