30 Mayıs 2009 Cumartesi

YAZI/BEDEN/MEKÂN


RAHMİ ÖĞDÜL
21.Mayıs.2009

İki bin – iki bin beş yüz karakterden (boşluklu) oluşan bir yazı/mekân içinde var olmaya yazgılı bir yazı/beden. Beden ile mekân arasındaki ilişkilerden söz ederek sizlere merhaba demek istedim. Mekânı çoğu kez tesirsiz bir boşluk olarak düşünmeye yatkınız; oysa mekân, farklı türden kuvvetler uygulayarak barındırdığı bedenleri biçimlendirebiliyor.

Bedenin de masum olduğu pek söylenemez doğrusu; kendi mekânını yaratmak, mekân tarafından kendisine dayatılan kuvvetlere karşı koymak için sonu gelmez bir mücadeleye girişiyor. Henri Lefebvre’nin deyişiyle: “Beden, kendisini mekân içinde üretirken mekânı da üretiyor… her beden bir mekândır ve bir mekâna sahiptir.”1 Bir yazı/beden olarak bu köşe yazısı hem kendisini hem de mekânını üretecek. Fakat Spinoza’nın belirttiği gibi bir bedenin nelere muktedir olduğunu önceden kestiremeyiz. Yazı, kendi bedenini yaratırken mekânsal sınırlamaların çok ötesine geçebiliyor.

Bir yazı/beden, mekânsal ve zamansal uğraklar arasında gerçekleştirdiği yürüyüşlerle kendini cisimleştiriyor. Hayatın ve metinlerin çeşitli tezahürleri arasında yapılan sınırları ihlal edici gezintilerle yani. Kendi üslubunca yürüyor. Georges Braque, “sınırlar üslubu belirler, yeni biçimlerin ortaya çıkmasına ön ayak olur” demişti.2 Ancak yazı/bedenin mekânsal sınırı cetvelle çizilmiş, katı bir sınır değil, aksine ışıkla karanlık arasında, nerede başlayıp nerede bittiği kestirilemeyen, sürekli gelgit halindeki gölgeli bölgeye benzer bir sınırdır.

Farklı mekânların farklı bedenleri vardır. Örneğin Antik Yunan’daki agoranın bedeni, Roma İmparatorluğu’ndaki forumun bedeninden farklı olmalıydı. Agoranın şekilsiz, heterojen mekânı ile forumun geometrik, homojen mekânına karşılık gelen bedenlerden söz etmek mümkün. İmparatorluğun mekânı olan forum, itaat etmeye zorlayan, disipline edici çizgisel bir yürüyüş talep ediyordu bedenden. Siyasetten felsefeye, eğlenceden ekonomiye, gündelik hayatın her türlü faaliyetinin yürütüldüğü agora ise başıbozuk yürüyüşler yapması için bedeni kışkırtıyordu. Yazı/beden, en çok kendisini agorada evinde hissediyor ya da en çok agorada yerinden yurdundan ediliyor.

Sınırların gölgeleşip silinmeye yüz tuttuğu hayati ve kitabi patikalar boyunca yürüyor yazı/beden ve yürüdükçe gündelik hayatın tüm seslerinin iç içe geçtiği bir beden/mekâna dönüşüyor.

BAKIŞIN GİZİLGÜCÜ: GÖZ VE İKTİDAR



RAHMİ ÖĞDÜL
28.Mayıs.2009

Malumunuz olduğu üzere Köroğlu destanında Bolu Beyi, seyisi Yusuf’tan kendisine yaraşır küheylan bir at getirmesini ister. Uzun arayışlar sonunda Yusuf sıska bir tay çıkarır Bolu Beyi’nin huzuruna. Ve Bolu Beyi hiddetlenip Yusuf’un gözlerine mil çektirir.

İktidarın gözü hep ideali, norm olanı görmek ister; baktığı her şeyi devinimsiz peyzaja dönüştürür; idealden, normdan sapmaları hiç affetmez, cezalandırır. İşkence yapar, kapatır, kaybeder, sürgüne gönderir. Bir iktidar olarak Bolu Beyi seyis Yusuf’un kendisine getirdiği cılız tayın virtüelliğini (gizilgücünü) göremez. Aktüel (edimsel) olanı, gerçekleşmiş olanı görür, adlandırır ve bu adlandırdığı şeyi dondurur. Yusuf’un gözüne mil çekmesi, iktidar sahibinin kendi bakışından başka bir bakışa tahammül edemediğini gösteriyor. Virtüel bir bakışı olumsuzlayarak kendi idealarını dayatıyor ve herkesin bu idealar düzenine boyun eğmesini istiyor.

Seyis Yusuf’un gözü ise olabilecek olanı, mümkünler âlemini görmüştür. Yusuf’un bakışı ve düşüncesi virtüellik düzleminde hareket ediyor. Bir şeyin göründüğü gibi olmadığını, bambaşka bir şeye dönüşebileceğini, çelimsiz bir tayın küheylan bir at olabileceğini sezebiliyor.

Günümüzde görsel iktidar gözlere mil çekmeyi sürdürüyor. Birbiriyle ilintisiz görüntülerden oluşan imgeler akışının kızgın miliyle körleştiriyor bakışları. Kopyaların kopyalarından oluşan bu imge akışlarıyla körleşen bakışlar bütünü ya da süreci değil, ancak parçaları görebiliyor.

İktidar bakışının gazabına uğrayanları hatırlayan bir sergi var YK Kazım Taşkent Sanat Galerisi’nde. Kendi belirlediği normdan sapanları ortadan kaldıran iktidar karşısında sanatçı Nasan Tur, kayıpların suretlerini yeniden ve yeniden görünür kılıyor. Dünyanın çeşitli ülkelerinde siyasi iktidarın hışmına uğrayıp “kaybedilmişlerin” suretleri, oturduğunuz sandalyelerin önündeki şövalelere asılı beyaz ekran-tuvallerde bir sokak ressamının eli aracılığıyla yavaşça beliriveriyor; bizler de toplumsal belleğin “tabula rasa”sında kayıp suretlerin usulca ortaya çıkışına tanıklık ediyoruz.

Bellekte hiçbir şey kaybolmuyor aslında. İktidarın toplumsal belleği silip üzerine kendi yazısını ve görüntülerini yazma çabasının hep boşa çıktığını görüyoruz. Kalın harflerle yazılmış iktidar yazısının altında kalan izler tekrar görünür hale gelebiliyor; bu izler arasındaki kayıp bağları yeniden kurup mevcut gerçeklikten apayrı bir mümkünler âleminin olduğunu tahayyül etmek kalıyor geriye.